32. Adana Altın Koza Film Festivali‘nden selamlar! Birbirinden farklı örnekleriyle ulusal yarışma seçkisi, festivalde en çok ilgi gören seanslara sahip olurken; yabancı filmler için de Adana halkı salonları yalnız bırakmadı ve doluluk oranı çok yüksek bir festival oldu. Festivalde seyrettiğim Blue Moon, Woman and Child, Miroirs No. 3, Broken Voices ve Ev filmlerine gelin beraber bir göz atalım.
Blue Moon
Richard Linklater‘ın bu yıl gösterim yapacak iki filminden biri olan Blue Moon, dönemin müzik ve tiyatro dünyası arasındaki munzur diyaloglarını baş döndürücü şekilde sunuyor. Barmenlerin yol gösterici, yazarların süper yıldız olduğu ve partilerin toplantılara dönüştüğü bir dönemden filmin iskeleti oluşturuluyor. Tek mekana tıkılı kalmanın hantallığı, filmin kendine has karakterleri sayesinde zaman zaman laf kalabalığına dönüşse de, o dönemde kendisiyle övünmeye çalışan narsist insanların bu tip ortamlarda sadece hayatta kalabilecekleri doğal olarak hissediliyor.
Ethan Hawke muazzam bir performansla tüm övgüleri toplasa da, canlandırılan karakterin bir yandan itici olduğunun altını çizmek lazım. Tiyatro hissiyle beraber tüm filme yayılan bu durum, bir noktadan sonra yorucu olabiliyor. Hawke’ın karakterini kısa bir adam olarak göstermek için farklı tekniklerle açı oyunları yapılması ise filme oldukça uğraşılmış olduğunun bir kanıtı.
Woman and Child
Saeed Roustayi‘nin Woman and Child filmi, İran filmlerinde görmeye alıştığımız bir hikaye çatışması üzerinden bir çıkış yakalıyor. Ancak film, eğitim sistemi eleştirisi yaparken bir anda toksik erkek istismarı ve yas filmine dönüşüyor. Senaryo, bu açıdan epey dağınık ve kararsız olarak nitelendirilebilir.
Yönetmenin önceki filmi Leila’s Brothers‘da olduğu gibi, odak noktası sabit olmadığı için zaman atlamalarıyla beraber ağlak melodram tınıları da eklendiğinde cazibesini yitiren bir yapıma evriliyor. Ancak yönetmenin de hakkını vermek lazım. Bu defolarına rağmen seyir zevki taşıyan bir film her halükarda kotarılmış.
Peyman Moadi‘ye de ekstra bir parantez açmak gerekiyor. Öyle bir karakter yaratmış ki; güvenilmez, üçkağıtçı ve toksik bir adam olmasına rağmen, herkesi kandırabilecek çekiciliği ve sempatiyi sunabiliyor. Bunda sade ama seyirciyi yakalayan bir performans yaratması da son derece etkili.
Miroirs No. 3
Christian Petzold’un kariyerinin ilk dönemlerindeki atmosferi yeniden canlandıran Miroirs No. 3, ezbere ve tahmin edilebilir bir senaryo ile karşımıza çıkması nedeniyle değerini kaybeden bir filme dönüşüyor. Tekrara düşen mizansenlerin çokluğu, yakalanan huzur dolu anları gölgeliyor. Bu yüzden de film beklentileri karşılayamıyor.
Miroirs No. 3, beşinci dakikasından itibaren seyircinin filme dair tahminler yapmasına izin verirken, öngörmesi pek de zor olmayan gelişmeleri kolayca kafasında şekillendirtebiliyor. Bu durum, filmin merak unsurlarının sönmesine neden oluyor. Sonuç olarak Petzold yine kendine has bir şekilde ilerliyor ve tamirhanedeki müzik sahnesi gibi orijinal ve parlak anlar yakalayabiliyor. Lakin bu eforu bütüne yayamıyor.
Broken Voices
Sistematik istismarın anatomisini yozlaşmış bir koro şefi üzerinden aktaran Broken Voices, doğal oyunculukları ve ufak ayrıntılarıyla büyük doneler yakalamayı başaran bir film. Senaryosundaki mizansenler, yavaş ama emin adımlarla ilerliyor. Kurban ve maktül ilişkisine her ne kadar mesafeli davransa da, kesiştiklerini noktayı vurucu kılmayı başarıyor. Kurbanların çaresizliğini gözlerinden anlatırken yürek burkmayı başarıyor.
Bir anlamda yönetmen Ondrej Provaznik, Çekya ve Slovakya -eski adıyla Çekoslovakya- adına Whiplash‘e çarpıcı ve sert bir cevap veriyor. Bu tip filmlerde başrol erkek olunca rekabetçi karakterler kurulması ama kadın başrol olunca olayların taciz ve istismar ile sonuçlanması ise gayet üzücü ve onur kırıcı bir durum olarak yorumlanabilir.
Ev
İlk kez Adana’da gösterilen Orhan Eskiköy imzalı ulusal yarışma filmi Ev, klasik kurmaca film normlarından uzakta olmasına rağmen, toplumcu gerçekçi görüntülerden anlam çıkarmaya çalışan bir yapım. Ülkemizde her geçen gün gündemin değiştiğini düşünürsek, maalesef deprem mevzusunun unutulmuş olduğu bir gerçek. Bu minvalde de filmin odak noktasını aktarmak açısından biraz zamanlama olarak geç kaldığını söyleyebiliriz.
Yönetmenin film için belgesel ögeleri fazlaca kullandığını kabul edersek, bu filmin neden belgesel yarışmasında değil de kurmaca yarışmasında yarıştığına anlam veremedim. Ayrıca filmi sırtında taşıyan çocuk karakterin gerçek bir insan oluşu ve bu sebeple ortaya çıkan ödül değerlendirmelerinde nasıl yer alacağı sorunsalı, filmin en büyük engellerden birini oluşturuyor. Ev‘in gözlemci tavrı ve durumu olduğu gibi anlatma çabası gayet yalın ve masum görünse de, film seyir anlamında izleyiciyi yeterince tatmin edemiyor. Bu sebeple de Ev, ulusal yarışma bölümündeki en zayıf halkalardan birine dönüşüyor.
Haktan Kaan İçel’in, diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Toronto Film Festivali 4. Gün | Karmadonna, Peak Everyting & The Last Viking ve Dahası
Yorumlar