Sinemamızın önemli yönetmenlerinden Tolga Karaçelik, altı yıllık aranın ardından yeni filmi Psycho Therapy: The Shallow Tale of a Writer Who Decided to Write About a Serial Killer ile beyaz perdeye geri dönüyor. Türkiye prömiyerini 44. İstanbul Film Festivali’nde gerçekleştiren film, yönetmenin hayranlık duyduğu ve sinema eğitimini aldığı New York’un ara sokaklarında absürt, grotesk bir kovalamacayı konu alıyor.
Oyuncu kadrosunda Steve Buscemi, John Magaro, Britt Lower, Sydney Cole Alexander, Ward Horton gibi önemli isimleri barındıran Psycho Therapy; potansiyelinin kıyısında kalmış isimsiz bir yazar, evliliği yüzünden tükenmenin eşiğine gelmiş bir kadın ve onlara yardımcı olmak isteyen emekli bir seri katilin hikayesi. Bir trafik ışığının kırmızıdan yeşile dönmesiyle başlayan, devinimle duraksamanın arasında aslında hep kırmızıda kalan bir kovalamaca. Kadın yeşil dediğinde adam gaza basar ve trafik kazasından kıl payı kurtulurlar, ışığın gerçek rengini yol aldıktan sonra gördüklerinin yansımasında fark edeceklerdir.
New York Sokaklarında Çizilen Zihinsel Katmanların Kahramanları
Tolga Karaçelik sinemasında kabuslar, arzular ve rüyalar iç içedir. Karakterlerin ruhsal çıkmazları, karanlık tarafları rüyaların bilişsel yolculuğu ile temsil edilir. Sürrealite ve büyülü gerçekçilik kapsamında sunulan zihinsel yolculuklar bizi müphem ve tekinsiz bir perspektifin içerisine sokar. Karakterler hayallerini önce düşlerinde sonra da görünür halde deneyimlerler. Yönetmenin ilk kısa filmi Rapunzel’de (2010) balonlarının peşine takılarak rüyasını gerçekleştirdiği düşsel dünyaya açılan bir pencere görürüz. Gişe Memuru’nda (2010) kadraja ıssız bir otoyolun ortasında gerçekle hayali birleştiren Kenan girer. Sarmaşık’ta (2015) delilikle cinnet arasında iktidarın karanlık nevruzuna saplanan Cenk’in sanrıları yankılanır. Kelebekler (2018), travmanın ve yas kavramlarının düşsel groteskliğinde savrulan üç kardeşin bocalayış hikayesine odaklanır. Psycho Therapy ise absürtlüğün yarattığı Edward Hopper’ın “Nighthawks” tablosunu andıran atmosferin içerisindeki uyanılmamış bir rüya.
Psycho Therapy, stilize görselliği, tekinsiz yeşil ışık kullanımı, geceye sirayet eden gölgeleri ve karanlığıyla bizi New York’un kaldırımlara sızan ışıltılı yansımalarının içerisinde kaotik bir geziye çıkarıyor. Slovenya’da MÖ 40.000’den kalma Homo Sapiens hakkında bir roman yazma isteği üzerine dolaşan fikirlerden, barın içerisinde tepinen lamanın susması için çözümün patateste bulunmasına kadar Tolga Karaçelik’in absürt ve kaotik mizahının içerisinde dolanıyoruz. Keane ve Kollmick hataların komedisinde, hareketsiz bedenleri sokaklarda taşırken, onları eşinin kendisini öldürme planları yaptığını düşünen Suzie takip ediyor. Suzie, Keane ve Kollmick üçgeni, yanlış anlaşılmaların ve rastlantısal tahakkümlerin odağında her saniye daha da felakete doğru ilerliyor.
Kırmızı Işıkta Başlayan Rüyadan, Don Kişot’un Değirmenlerine
Dört yıldır sürdürdüğü romanı için menajerinden olumlu dönüşler almayan Keane, karamsarlık içerisindedir. O sırada kendisinin bir hayranı olduğunu söyleyen ve yeni kitabı üzerine yardımcı olabileceğini belirten emekli bir seri katil olan Kollmick ile karşılaşır. İlk başta pek aklına yatmasa da bardaki ikinci karşılaşmalarında Keane teklifi kabul eder. Artık seri katil romanı yazabileceği bir gerçekliğin içerisine girmek zorundadır. Bu gerçeklik benimsemesi filmde bolca referans verilen Don Kişot’un kendi zihinsel katmanlarını kılıcına ya da Flaubert’in Emma Bovary’sinin aşkını sayfalara saplaması gibi Keane de kalemini yazarlık melikelerine saplamak ister. Bu kahramanların hepsi başkalarının kimlikleri üzerinden kendileri için bir kısmi gerçeklik oluşturmaya çalışacaklardır. Tolga Karaçelik’in Keane karakteri ile New York’un puslu ve ışıklı sokakları, Cervantes’in La Mancha kırlarında dolaşan Don Kişot’u, zihinsel ve bedensel bir düş tiyatrosunda buluşur. Birisi yel değirmenlerinin ötesinde kurar gerçekliğini, birisi ise farkında olmadan trafik ışığının arabasının ön camına vuran yansımasında.
Suzie ise hayatı boyunca her şeye karar veren kişi olmanın zorluğunu yaşamaktadır. İlişkilerinin ilk zamanlarına özlem duyar. Her şeyi kendisinin karar verdiği bir ilişki dinamiği onu bunaltmıştır. Karar sahnesi başlar, Suzie’nin gözlerinden akan yaşlar yüzünden tüm rimeli yanaklarında kurumuştur. Evin mutfağında yalnızca çıkardığı ses hoşuna gidiyor diye kilolarca soğan doğrama ritüeli yapmaktadır. Keane ise olan bitenin farkında değildir. Suzie, elinde bıçakla salonda kendi kendine konuşan Keane’e boşanmak istediğini söyler. İlişkilerinin karar vericisi olmanın onu nasıl hırpaladığından bahseder. Kararını trafik ışığı kırmızıyken gaza bastığı an verdiğini açıklar. Karakterin içinde bulunduğu durum, tükenme ve varoluşsal sancılarla Bergman’ın kadın karakterleri gibidir. Scenes From a Marriage’deki (1974) ilişki hiyerarşisindeki üstün taraf olan Marianne’ı andırır. Tolga Karaçelik de tıpkı Bergman gibi karakterin içsel tükenişini doğrudan dışavurumcu bir tavırla değil gündelik yaşamın absürtlüğüyle yansıtmıştır. Biri evliliğin çatışmaları içerisinde bir sıkışmışlık yaşarken birisi de kırmızı ışığın yansımasında bir özgürlüğün peşindedir.
Pirandello’nun Çaprazında; Yazar, Katil ve Yazgının Anatomisi
Psycho Therapy’nin hikayesi ilerledikçe hataların komedisi ve oyun içerisindeki oyun anlatısı, işleyişe farklı boyutlar katar. Keane çaresiz bir halde emekli bir seri katilden seri katil gibi hareket etmeyi öğrenmeye çalışır. Buna neden olan etkenlerden birisi eşiyle ilişkilerinin kötü gidişidir. Eşi Suzie ise Keane’in okuduğu toksikoloji kitaplarından onu öldüreceğini düşünür. Keane aralarını düzeltmek için ona en sevdiği yemeği yapar. Suzie, zehirlidir diye yemeğe bile güvenemez. Masadan kalkar ve kendisini yatağa atar. Onu merak edip bakmaya gelen eşinin kapıya yansıyan gölgesini Alfred Hitchcock‘ın Psycho’sunun unutulmaz gölge bıçak sahnesindeki gibi görür. Evlilik sorunu, yerini kimliklerin, paranoyanın ve güç dengelerinin yeni hiyerarşisine bırakır. Artık durum kimin kurban, kimin yazar ve kimin yazgıların değişiminden sorumlu olduğuyla ilgilidir. Kuşkular yüzünden sevgi şüpheyle, şiddeti ise algıyla yer değiştirir.
Suzie eşinin onu öldürmeyeceğini anladığında bir sorunu çözmenin yanı sıra kendisini yeni bir karakterin içerisinde bulur. Bu noktadan sonra “neden” sembolünden öte sonucu belirleyen kişiye dönüşür. Keane’in elinden silahı alır ve ondan daha soğukkanlı bir katil profili gösterir. Suzie, Keane’nin bastırılmış arzularının ve tutumlarının bir dışavurumudur. Nedensellik ve sonuç arasındaki yaşanan oyunlar bu iki kavramında gerçeklik algılarının hızlı değişimlerini ortaya döker. Bu nedensellik zincirlemesi ünlü İtalyan yazar Luigi Pirandello’nun “düş-gerçek” kavramını benimsediği Altı Kişi Yazarını Arıyor tiyatro oyununun çapraz bir dinamiğini gibidir. Suzie, yazar olan eşinin onu yok edeceğini düşünüp olanları takip eder. Sonucunda seri katil kimliğine eşinden daha doğal bir uyum sağlar. Tıpkı Altı Kişi Yazarını Arıyor‘da, bir yazar tarafından reddedilip yok edilmek istenilen oyun kahramanlarının bir başka yapıtın başkahramanından yeniden hayata dönme isteğinde bulundukları gibi. Karakterler yalnızca birbirlerinin kimliklerini değiştirmezler ayrıca yazgılarını yeniden oluştururlar. Kimin yazdığı ve kimin oynadığı dönüşümlere gebedir.
Uyanılmamış Rüyalar ve Bilinçdışının Absürt Yapısıyla Yüzleşme
Tolga Karaçelik, insanın benliği ve zihninin uyumsuzluğunu bir oyuna çevirme konusunda hiç kuşkusuz fazlasıyla yetkin bir yönetmendir. Karanlığın ve gerçeği reddetmenin ötesindeki karakterleri sayısız kez sunmuştur. Karakterler kendi rüyalarından çoğu zaman uyanamaz, uyandığında ise yanılsamaların kurbanı olur. Bunun uğruna ölümler, yok sayılmalar ve yabancılaşmalar yaşanır. Bu rüyaların içerisinde absürtlük ve kara mizah öğeleri zaman zaman kırılmalara neden olur. Gişe Memuru’nda deliliğin ortasında babasının ölümünün farkındalığını geç kavrayan Kenan reddeder gerçeği. Sarmaşık’da ise Cenk’in düşsel sanrılarına, Kürt karakterinin var olmayan ama görünen ayak izleri eşlik eder. Bir hayalet formunda gerçekte mi, yoksa zihinlerde mi yaşadığı belli olmaz. Kelebekler’de mizah bir kırılma aracı olarak kullanır. Gökten araba düşmesi ya da tavukların patlaması gibi sekanslar karakterlerin gündelik yaşamının içerisinde gizlenen bir rüyanın sembolüdür. Karakterlerin yaşadığı absürt olaylar bir aile içi yüzleşme geriliminin dışavurumudur. Görülen gerçek dışı olaylar hikayenin atmosferi içerisinde bir yabancılaşma yaratır. Yönetmen bu kullanımları karakterlerin gerçeklik algısının bir parçası olarak kullanır. Kendisini hissettiren sürrealist tavır, anlatımı genişletirken temelli bir gerçeklik duygusu barındırır.
Psycho Therapy, yönetmenin filmografisinin bir potpurisi gibi. Ana karakter Keane kurguladığı romanın rüyası içerisinde yok olur. Steve Buscemi’nin canlandırdığı Kollmick, Keane ve Suzie çiftinin çatışmasını görünür hale getiren bir bilinçdışı gölge gibi gezinir. Keane, gölgenin mentorluğu sayesinde daha önce deneyimlemediği saldırganlığını absürt bir dille kullanır. Bastırdığı yetersizlik duygusunu ve şiddet eğilimini ortaya çıkarır. Benliği ise yaşadıklarını hala bastırmaya çalışmaktadır. Karakterin “uyanılmamış bir rüya” içerisindeki macerası, ilgisiz bir eş profili çizen Suzie’nin de bastırdığı duygularının gün yüzüne çıkmasına sebep olur. Normalde güvenli bir alan olması gereken terapi odası bir seri katilin varlığıyla şekillenir ancak Kollmick’in sahte terapist rolü gerçekte işe yaramıştır. Suzie ve Keane’in bilinçdışına giden yol Kollmick’in hikayeye dahil olmasıyla gelişir. Tolga Karaçelik önceki filmlerinde olduğu gibi düş ve bilinçdışının yansımasını karakterin derinliği ve gelişimi için kullanır. Tüm bu absürt dünyanın içerisinde izleyicinin hikayeden kopuklaşmasına izin vermez. Buna diyalogların gelişecek absürtlüğe bizi hazırlayan ikna edici gücü eşlik eder. Bir roman yazmak için hikayenin bu noktaya gelmesi yönetmenin yaratım süreciyle paralel işlediği bir hiciv gibidir.
Hareket Etmeyen Kadrajlar, Çeperde Kalmış Dinamik
Psycho Therapy, absürt mizahıyla ve evlilik dinamiği ile belirli artılar taşısa da, film boyunca sahne bazında birtakım eksiklikleri göze çarpıyor. Özellikle üç karakterin iyi kurulmuş çaprazlanan hikayesi metin anlamında bir gelişim oluştururken sahnelerin hareket dinamiği aynı şekilde gözükmüyor. Sekansların içerisindeki pasiflik, kadrajın filmin anlatısından kopuk bir şekilde hareketsiz kalmasına neden oluyor. Görüntüler yaşanan absürtlük ve gerilimli hikaye kadar konuşmuyor ya da bağırmıyor. Film fikirler olarak koşturmasına rağmen sanki bedeni yerinden kımıldamıyor gibi gözüküyor. Üç karakterin aynı anda hareketlendiğini göremiyoruz. Herkes sırası geldiğinde sıradaki hareketini yapıyor. Bu durum filmin karanlık ve kaotik olgusunun biraz yavanlaşmasına neden oluyor.
Psycho Therapy, diyaloglarıyla Karaçelik‘in sevdiğimiz ve aşina olduğumuz kaleminden yansıdığını bize hissettiriyor. Ancak Keane ve Suzie’nin aynı eksen üzerinde seyreden bilinçdışı dışavurumları haricinde belirgin bir karakter gelişimine sahip olmamaları anlatının dramatik yapısını zedeliyor. Kollmick’in çoğu zaman karakterlerin pasif kalışlarında ön planda yer alıyor olması onun figüratif gücünü arttırsa da, karakterin motivasyonunu ve gelişimini tozlu bırakıyor. Suzie ve Keane’in tutum ve davranış değişimlerinin Kollmick sayesinde şekillenmesi haricinde başka derinlikli bir içsel gerekçeye dayanmaması ve ani gelişimlerle kurulması, karakterlerle sağlanan içselleştirmeyi aşağıya çekiyor.
Filmin yan karakterleriyle ana karakterlerle kurulması istenilen organik ilişki kullanılmıyor. Keane’nin menajeri David ve Suzie’nin arkadaşı Zoe, bir yan parçadan çok yalnızca varlıklarıyla sahnede beliren parçalardan ibaret kalıyor. Bu gibi etkenlerle Tolga Karaçelik‘in diyalogları birer silah gibi kullanan eşsiz potansiyeli anlatının çeperlerinde gezinen ama merkeziyle uyumlu bütünlük sağlayamayan bir yapıya dönüşüyor. Diyaloglar keskinliğini taşısa da karakterlerin içsel dünyaları yeterince büyüyemediği için bir sonraki sahneye sirayet etmekte zorlanan bir retoriğe saplanıyor.
Şehir Kullanımı ve Oyunculuklar
Psycho Therapy, yönetmenin söyleşisinde söylediği gibi “Gothamvari bir New York” görüntüsünün peşine düşer. Renklerin keskin kullanımı, loş ve kontrastlı yapısıyla örtüşür. Bu stilize kullanım şehrin yağmurlu sokaklarıyla düşsel anlatıyı destekleyen bir ton yaratır. Tolga Karaçelik, görüntü yönetmeni Natalie Kingston ile beraber New York’u dördüncü bir karakter haline getirir. Müzik ve ses tasarımı ise filmin başlarında minimal düzeyde kullanılsa da hikayenin hızlanmasıyla beraber kendisini hissettirir. Nathan Klein‘ın orijinal müziklerini bestelediği filme eşlik eden şarkılardan olan Baccara‘nın kült şarkısı “Yes Sir, I Can Boogie”, filmin atmosferiyle ve Keane’in tereddütlü ruh halinden sıkılan Suzie ile uyumlu bir birliktelik taşır.
Filmin oyunculuk anlamında ön plana çıkan ismi Severance dizisiyle rüştünü iyice kanıtlamış olan Britt Lower oluyor. Suzie’nin duygusal derinliğini ve kontrolcü soğukkanlılığını etkileyici bir performansla yansıtıyor. John Magaro ve Steve Buscemi ise rollerini gereğiyle yerine getiriyorlar. Rollerinin istediği ritim ve anlatıyla dengeli bir performans sunuyorlar. Buscemi‘den absürt bir karakter oyunculuğu ya da bir “Mr. Pink” performansı bekliyorsanız o filmin ne yazık ki Psycho Therapy olmadığını söylemekte fayda var.
Psycho Therapy‘in sonunda Keane’in taş devrinden kalan anlatısı içgüdüsel bir tezahürü yansıtır. Donmamak için birbirine yaklaşan ama gündüzleri birbiriyle kavga eden çift, Suzie ve Keane’in evliliklerinin enkazını simgeler. Tolga Karaçelik‘in dünyasında ilişkiler arızayla, çatışmayla, yanılmayla büyür. Karakterler birbirlerinin ışıklarına siner, düşlerine girerek birbirlerine uzanırlar. Kara mizahın çıkılmaz rüyalardan uyandırmadığı ve gerçeğin benimsenmeye çalışıldığı evrende, birliktelik uyumla değil beraber büyüyen bir tekinsizlikle yol alır. Karaçelik‘in gözünde insan, en çok benliğinden saparken kendine yaklaşır. Ve en çok kendi düşlerinde gezinirken başkasının gerçekliğine uzanır.
Ahmet Duvan‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar