Mark Cousins, The Ugly adlı makalesinde, çirkinliğin geleneksel olarak güzelin bir tersi olarak kabul edilmesini sorguluyor. İnsanlar çoğunlukla çirkinliği, güzelliğin yokluğu ya da karşıtı olarak düşünürler. Örneğin, güzel bir şeyin zıttı ne olabilir diye düşündüğümüzde, hemen çirkinlik aklımıza gelir. Cousins bu argümanını, Mary Douglas‘ın kir kavramına bağlıyor. Douglas‘a göre, çirkinlik ya da kir, “yanlış yerde” bulunan bir şeydir. Kısaca, bir şeyin var olması gereken yerde değil de alışılmadık bir yerde bulunması, o şeyin çirkin veya kirli görünmesine neden olur. Bu “yanlış yerde” olma durumu, insanlarda kaygı yaratır. Bu kaygı da, en nihayetinde, ya o şeyden kaçınma ya da onu dışlama davranışı ile sonuçlanır. David Lynch, The Elephant Man filmiyle bu tartışmalara katılıyor. Canavarlık gibi garip ve tehditkar bir deneyimi, sanayi metropolünün gelişimiyle, hızla büyümesiyle, belirsizleşen sosyal sınırlar ve onun tehlikeleriyle anlatıyor.
Antik çağdan bu yana, güzelliğin hakikatle imtiyazlı bir ilişkisi olduğu düşünülür. Dolayısıyla çirkin bir temsilin ya da çirkin bir nesnenin, sadece güzelliğin değil, aynı zamanda hakikatin de olumsuzlanması olduğu sonucuna varılır. 1876’da Londra’ya geldiğinde de Henry James, binlerce dönümlük araziyi kaplayan kapkaranlık mahalleleri gördüğünde böyle düşünmüştü muhtemelen. “Sisler, dumanlar, kir, karanlık, ıslaklık, mesafeler, çirkinlik, yerin korkunç büyüklüğü, toplumun korkunç kalabalığı, bu anlamsız büyüklüğün rahatlık, pratiklik, sohbet, naz ve nezaket gibi şeylere zarar verişi -” der; bütün bunları “dünyanın en tamamlanmış ansiklopedisi” olarak tanımlar.
Şehrin keskin sınırlarının olmaması, ihlalin mümkün olmasını beraberinde getiriyordu. Bu durum da, özne için büyük bir tehdit oluşturuyordu: kirlenme korkusu. Çünkü şehrin sokakları, farklı sosyal sınıfların kesişme noktasıydı ve bu da bir korkuya neden oldu. Sonuç olarak, kirlenme korkusu, varoluşsal bir tehdit biçimi halini aldı ve şehirlerdeki yapıyı şekillendirdi.
Dışlanmışların Anısına
The Elephant Man, bedeni doğuştan deformasyona uğramış John Merrick’in hikayesini konu alıyor. İnsanlar tarafından hayatının her noktasında aşağılanan Merrick, naif ruhuna rağmen insanlarla iletişime geçmeyi reddetmiştir. Merrick’i korkunç hayatından kurtaran Dr. Frederick Treves, en başta filmin kahramanı gibi gözüküyor. Onun bakış açısını takip ederek, sembolik bir gerçeklik aracılığıyla kurulan bir dünyada saklanan canavarı görüyoruz. Öncesinde ise, “freak-show” izleyicileri, canavarın kendisini görebiliyorken, David Lynch bizim görmemizi engelliyor. Bunun nedenini de çok geçmeden bir polis memuru yanıtlıyor: “Bu sergi, izleyen herkesi ve zavallı yaratığın kendisini de aşağılıyor.”
Dr. Frederick Treves, bir flaneur edasıyla, güçlü bir gözlemcilik eğilimiyle şehirde dolaşıyor. Bununla birlikte John Merrick’i, çevresel ya da biyolojik determinizm kurbanı olarak görüyor. Bu nedenle, filmin bir sahnesinde Dr. Treves, Bytes ile olan özdeşliğini sorguluyor. İkili arasında oluşan dostluk bağı nedeniyle, Merrick’i akademik başarı için kullanması Dr. Treves’in vicdanını sızlatmıştır. Bu noktada John Hurt ve Anthony Hopkins‘in performanslarını da övmek gerekiyor. The Elephant Man, esasen çok basit insani fonksiyonlarını bile yerine getirdiğinde hor görülen bir insanın, nasıl kendi özünü bile unutabileceğini gösteriyor. En başından itibaren, John Merrick’in istediği şey, Dr. Treves’in ona sağladığı şeylerin yarısı bile değildi. O sadece insan olarak kabul edilmeyi ve normal bir yaşam sürmeyi arzuluyordu.
Mezmur 23:4 “Karanlık ölüm vadisinden geçsem bile, kötülükten korkmam. Çünkü Sen yanımdasın; değneğin, çomağın içimi rahatlatır.” öğütler. Burada, karanlıkta onunla yürüyen, kötülüğe karşı duranlar, yine dışlanmış olanlardır. Filmin gerçek kahramanları, John Merrick’i hapsedildiği parmaklıklar arkasından kurtaranlardır.
Benim İçin Anlamı
Bu yazıyı kafamda planlarken tamamen bana hissettirdiklerinden bahsetmeyi düşünüyordum. David Lynch ile hayatımın çok geç bir döneminde tanıştım diyebilirim. Sinemaya meraklı her insan onun adını duymuştur; fakat ben bu yılın başına kadar bir David Lynch filmi izlememiştim. Bu nedenle, Arakat ekibi olarak başlattığımız bu seride benim bir yazımın olması, içten içe uygun görmediğim bir şeydi. Bu nedenle bu yazıyı bir inceleme yazısından ziyade, bir veda yazısı olarak görüyorum.
Bu yıla kadar neden David Lynch izlemediğim sorusuna da tam bir cevap bulamıyorum. Hayal kırıklığına uğramaktan korkuyordum sanırım. Bununla birlikte 18-19 yaşındaki kafamla filmlerini hazmedemeyeceğimi de düşünmüş olmalıyım. Sinema anlamında bu, en gurur duyduğum ve utandığım şeylerden biridir herhalde. Bu ayrımı yapmış olmak beni mutlu etti. Bu ay içerisinde üç David Lynch filmi izledim ve hiçbirinde hayal kırıklığına uğramadım. Bunlardan ikisi, meşhur Mulholland Drive ve Blue Velvet‘ti. İkisini de David Lynch‘in vefatından birkaç gün önce izlemiştim. Doğrusu, vefatından önce filmografisini bitirememek beni de garip bir ruh hali içine soktu.
Her ne kadar David Lynch sinemasıyla yeni tanıştıysam da, aslında ona o kadar uzak değilim. Ondan parçaları topladığım bir yoldayım; bu parçaları yavaş yavaş sevdiğim eserlerde görmeye başlıyorum. Sevdiğim dizilerde, video oyunlarında, filmlerde bazen ucundan, bazen de doğrudan David Lynch‘in bir izi var. Bu seçki bittiğinde ve bu konuda benden çok daha yetkin dostlarım da içlerini döktüğünde, yolumu daha iyi göreceğimden eminim. Harry du Bois’in ve Rust Cohle’un hikayelerine daha farklı bakacağım. Rüya ile gerçeklik arasındaki çizgi, biraz daha netleşecek. Kendimizi bulmaya çalıştığımız bu yolda, sorular sormaya devam edeceğiz.
Hiçbir şey, ah! hiçbir şey ölmeyecek;
Nehir akar,
Rüzgâr eser,
Bulut süzülür,
Kalp atar,
Hiçbir şey ölmeyecek.Alfred Lord Tennyson
Uğurcan Çağlayan‘ın diğer yazılarını da okumak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar