Neil Gaiman’ın ikonik çizgi romanından uyarlanan The Sandman, yaklaşık 3 yıllık uzun bir aranın ardından 2. sezonuyla ekranlara geri döndü. İki kısımdan oluşacak final sezonunun ilk altı bölümü 3 Temmuz 2025’te yayınlanırken, diğer beş bölüm ise 24 Temmuz 2025’te Netflix kütüphanesine eklenecek. 31 Temmuz 2025’te ise Sonsuzlar’dan Death’e (Ölüm) odaklanılan ek bir bölümle son bulacak.
Bu sezon, yine ilk sezonda olduğu gibi, Allan Heinberg hem showrunnerlık hem de senaryo ekibinin liderliğini üstleniyor. Neil Gaiman ve David S. Goyer da yürütücü yapımcı olarak projede yer almaya devam ediyor. İlk sezondan tanıdığımız yönetmen Jamie Childs, ikinci sezonda da çizgi romanların ruhunu ekrana taşırken görsel detaylar ve karakter uyarlamalarında bir kez daha imzasını hissettiriyor.
Diziye bu sezonla veda ettiğimiz için, içim biraz buruk diyebilirim. Bu evreni izlemek, her bölümünde söylenen bir cümle ile kendi içime dönüp düşünme molaları vermek, arayacağım bir şey olacak. Ama bu sezon sıkça duyduğumuz gibi, sonlar ve değişim kaçınılmaz…
Yazının buradan sonrası The Sandman dizisinin 2. sezonu hakkında spoiler içerebilir.
Geçmişin Pişmanlıkları ile Yüzleşme
The Sandman’in ilk sezonunu hatırlayacak olursak, Roderick Burgess yaptığı bir ritüel ile Sonsuzlar’dan Death’i (Ölüm) yakalamaya çalışırken yanlışlıkla Dream’i (Düş) – yazı içinde Sandman, Morpheus gibi isimlerle de bahsedeceğim– yakalar. Dream ise özgürlüğünün bedeli olarak hiçbir şey sunmayınca yaklaşık yüz yıl boyunca hapis kalır. En sonunda kurtulduğunda, gücünü toplamak ve Düşler Diyarı’nı eski haline getirmek için eşyalarının peşine düşer. Bu şekilde birinci sezonun farklı öyküleri arasında bir yolculuğa çıkarız.
İkinci sezonun ilk kısmı ise çizgi romanlardaki Season of Mists (Sisler Mevsimi) ve Brief Lives (Kısa Hayatlar) ciltlerini konu alıyor. Morpheus, artık gücünü yeniden toplamış ve her şeyi yoluna koymuştur. Fakat Destiny’nin (Kader) tüm kardeşleri toplayıp acil bir toplantı yapmak istemesi ile olaylar silsilesi başlar. Bu sezonda daha önce görmediğimiz Sonsuzlar ailesinden Destiny (Kader), Destruction (Yıkım) ve Delirium (Hezeyan) ile de karşılaşıyoruz ve artık tüm sonsuzları görmüş oluyoruz.
İlk bölümde Destiny’nin daveti ile bir araya gelen kardeşler, buluşmanın amacını bilmeden masaya oturur. Bildikleri tek bir şey vardır, o da masadan kalktıklarında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıdır. Desire ile konuşması sonrasında eski aşkı Nada’yı hatırlayan Morpheus, hissettiği pişmanlığın etkisiyle kardeşlerinin yanından aniden ayrılır. Her şeyi değiştireceği düşünülen o adım, beklenmedik bir anda Morpheus tarafından atılmış olur.
Nada’yı kurtarmak için cehenneme doğru yolculuğa çıkan Morpheus’u ise Lucifer hazır bir şekilde beklemektedir. Tahmin edilenin aksine, sakinlikle ve olgunlukla Dream’e cehennemin anahtarını veren Lucifer, onu bu sorumluluk ile baş başa bırakarak cezalandırır. İlerleyen sahnelerde de Lucifer’in bu kararı almasının altında yatan nedenleri dinleriz.
İsyan ettiğimi sanıyordum, onun hükmüne karşı geldiğimi, oysa ki yaratıcının planının küçük bir parçasını yerine getiriyordum. Cehennem hep var olacaktı. Ben isyan etmesem benim yerime başka bir melek isyan ederdi. O tek eylemin bedelini daha ne kadar ödemem gerek? – Lucifer
Kapanmayan Defterler
İlk kısmın ikinci önemli hikayesi ise Dream ve Delirium’un uzun süredir haber alamadıkları kardeşleri Destruction’ı aramaya çıkması. Yolculuk sırasında kardeşleri ile ilişkisi olan birçok kişinin yanına uğrayıp bilgi almaya çalışır ve geçmişin yaralarını deşerler. Destruction’ı gitmeye zorlayan sebepleri öğrendiğimizde, taşımak istemediği utancı anlayabiliyoruz. Yine de, Destruction’ın ekran süresinin daha uzun olmasını ve yaşadığı bu içsel çatışmanın daha çok derinleşmesini isterdim.
Geçmişte kapanmayan meselelerden biri olan Sandman’in oğlu Orpheus’un hikayesine de bu yolculukla beraber ortak oluyoruz. The Sandman’de genelde yan karakter hikayeleri evrene ayrı bir derinlik katıyor. Bana kalırsa sezondaki en dokunaklı anlatı, Orpheus’un düğünü ve sonrasında olanların anlatıldığı “Orpheus’un Şarkısı” bölümüydü.
Yunan Tragedyası formunda kurgulanan bölüm, bir o kadar epik ve hüzünlüydü. Sandman, pişmanlıkları ve geçmişinde yaptığı hatalarıyla yüzleşerek kapanması gereken defterleri kapatıyor. Oğlu Orpheus ile hikayesinin tamamlanışı ile de ikinci sezonun ilk kısmını duygusal bir şekilde tamamlıyoruz.
Görsel Dünya ve Performanslar
İkinci sezonda Antik Yunan tragedyasından gotik dramaya kadar uzanan geniş bir yelpazede mekanlar ve tonlar harmanlanıyor. Sinematografi, sisli ormanlardan yıldızlı çöllere, cehennemin karanlığından düşler diyarına kadar her türden atmosferi hissettirecek kadar güçlü. Kostümler, çizgi roman mirasına sadık ve bir o kadar özenli tasarlanmış. Teknik anlamda eleştirilecek tek bir şey yok gibi. Bu görsel zenginlik, izleyiciyi adeta The Sandman deneyiminin içine alıyor.
Oyunculuklara değinecek olursak, tek kelimeyle her biri muazzam. Hem eski hem yeni kadro, sınırları zorlayan rollerin altından başarıyla kalkıyor. Özellikle Tom Sturridge‘in (Dream) önünde saygıyla eğiliyorum. Onu izledikten sonra kimsenin bu role onun kadar yakışamayacağını düşündüm. Tek bir mimiğin dahi oynamadığı suratında kibri, aşkı, özlemi, hüznü, kısacası tüm duyguları hissettim. Esmé Creed‑Miles ise ikinci sezonda yeni tanıştığımız Sonsuzlar’dan olan Delirium’a hayat veriyor. Deliliğin sınırlarında gezinirken Delirium’un çocuksu neşesini de başarılı bir şekilde ortaya koyuyor.
Bu sezon birçok farklı mitolojik karakterle de karşılaşıyoruz. Loki, Odin ve Thor’u beraber görmek, bence herkes için güzel bir sürpriz olmuştur. Özellikle Freddie Fox, Loki performansıyla karakterin sinsi zekasını güzel bir şekilde ekrana taşıdı. Tom Hiddleston’a kıyasla daha haylaz, genç ve uzun süre ekranda izlemek isteyeceğim cinsten bambaşka bir versiyon yarattı. Bir diğer sürpriz de Game of Thrones dizisinden tanıdığımız Jack Gleeson’ın canlandırdığı Puck karakteri oldu. Kısa ekran süresine rağmen, bence karakterin özgür ruhunu ve öngörülemezliğini iyi bir şekilde ortaya koydu.
Finale Doğru
Hikaye akışının çizgi romanlara uygun şekilde ilerlemesi, oyuncu seçimleri ve sinematografi gibi birçok etmen sayesinde The Sandman, bir uyarlama olarak kaynak eserin hakkını sonuna kadar veriyor. Bölümler sadece büyük olaylara değil, karakterlerin iç dünyalarına da odaklanıyor. Bu sayede karakterlerle kolayca bağ kurabiliyoruz.
Fakat ilk sezonla kıyaslayacak olursak, ilk sezondaki aksiyonu ve hareketli hikaye akışını ikinci sezonda bulamıyoruz. O keşif duygusu, yerini bu sezon daha karanlık ve ağır duygulara bırakıyor. Her şey daha yavaş ve hikâye daha durgun. Sandman’in sakin enerjisi her yere yayılıyor ve o durağanlık ne yazık ki izleyiciyi biraz yoruyor. Yine de, bunun bir final sezonu olduğunu unutmamak gerek. Sona yaklaşıyoruz ve sonlar bazen de hüzünlüdür.
The Sandman‘in 2. sezonunun ilk kısmı, yoğun mitolojik referanslar ve çıtayı yükselten prodüksiyon kalitesiyle, beklentileri büyük ölçüde karşılayacak bir final yolculuğu vadediyor. Geriye sadece altı bölüm kaldı. Hikayenin sonuna gelirken beklentim ise oldukça yüksek. Umarım bu evrene yakışır bir final ile karşılaşırız.
Esma Şahintürk Günel’in diğer yazılarına bakmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar