Bilim kurgu tutkunlarının uzun süredir beklediği, Noah Hawley’nin yarattığı ve Ridley Scott’ın yapımcıları arasında bulunduğu Alien: Earth, 1979’dan bu yana sinema tarihinin en ikonik serilerinden birine yepyeni bir yön kazandırıyor. Serinin DNA’sını oluşturan korku, yabancılaşma ve hayatta kalma temaları bu kez uzayın karanlığında değil, Dünya’nın içinde yankılanıyor. İlk sezonu 8 bölümüyle birlikte Disney+’ta yayınlanan dizi, insan olmanın anlamını teknolojinin hüküm sürdüğü bir çağda yeniden tanımlamaya çalışıyor.
Yılların Meselesi Bu Dizinin de Sorunu
Marka hakları Disney’in eline geçtiğinden beri, Alien adı altında çıkartılan birçok şey hayatımıza dahil olmaya başladı. Birçok yeni Alien çizgi romanı sürekli ve uzun bir süredir yayınlanıyor. Alien: Isolation oyununun ise devamı geliştirilirken küçüklü büyüklü birkaç tane daha oyunu çıktı bile. Bunun yanında merchlerde de genel bir artış var, ama en önemli üretim amiral gemisi olan sinema ve televizyon tarafında.
Prometheus ve Alien: Covenant sonrası sessizliğe gömülen seri, geçtiğimiz yıl Alien: Romulus ile büyük oranda beğeni toplamıştı. Şu sıralar onun devam filmi yapılırken, bir yandan da Alien: Earth ile daha önce Alien vs. Predator gibi filmlerde görmüş olduğumuz Dünya konseptinin akılda kalan başarısız denemeleri sonrası gerçekten cesur bir işe giriştiler ve büyük oranda da altından kalkabilmişler.
Dizi, -sezonun genelinde olduğu gibi- özellikle ilk birkaç bölümde bazı tercihleri nedeniyle izleyicide belli başlı soru işaretleri oluşturuyor. Fark edilmese de seriler arası yıllardır birçok bağlantısı olan ve ben dahil birçok fan tarafından merakla takip edilen “Blade Runner ile Alien’ın aynı evrende geçtiği” konusu, bu dizide daha da gözümüze sokulmuş durumda. Bunu sevsem de, bu tarz cesur bir yola çıkmış Alien: Earth dizisi için bence ortaya kararsızlığın hakim olduğu bir temel atmasına neden oluyor. Sezon içerisinde ana odağın sürekli değiştiğine şahit oluyoruz. Bu da izleyici demografisine yansıtılırsa, ortaya birçok farklı şeyden hoşlanan ve birkaç farklı ana temayı daha çok görmek isteyen seyircilerin çoğunlukta olduğunu, dolayısıyla da dizinin çok iyi başlattığı potansiyel kararlılığının sezon finaline doğru aynı derecede dağıldığını görebiliyoruz.
Kurumsal Çağ Kabusu
2120 yılındayız. Dünya artık beş büyük şirketin kontrolüne girmiş durumda: Prodigy, Weyland Yutani, Lynch, Dynamic ve Threshold. Dünya bu beş şirketin kontrolünde, ama ağırlıklı olarak Prodigy ve Weyland Yutani şirketlerine yer veriliyor. Kalan diğer şirketler, olası bir evren genişlemesi için başta Predator serisi olmak üzere güzelce kurgulanmış bir şekilde yerini alıyor. Devletlerin yerini alan bu mega yapılar, insanlığı ekonomik algoritmalarla yöneten bir üst sınıfa dönüşmüş durumda.
Bu tablo yalnızca bir distopya değil, aynı zamanda Alien mitolojisinin kalbinde her zaman var olan şirket çıkarı ve etik çöküş temalarının geleceğe evrilmiş hali olarak karşımıza çıkıyor. Hawley, bu düzeni soğukkanlı bir minimalizmle işlemeyi epey iyi başarmış. Şehirler steril, insanlar kontrollü, makineler neredeyse duygusal hale gelmiş durumda. Ancak bu sistemin merkezinde, insan ve makine arasındaki sınırları bulanıklaştıran ve dizinin de temel yapı taşını oluşturan melezler ortaya çıkıyor. Bunların ilki, “ölümsüzlük” projesinin ilk ürünü olan Wendy.
Wendy, bilinci insanla harmanlanmış ilk sibernetik prototip ve aynı zamanda başrol karakterimizin de ta kendisi. Fakat kendisinin tam olarak antagonist mi yoksa protagonist mi olduğunu söylememiz biraz zor. Çünkü o, ne tamamen insan ne de tamamen makine. Bu ikili varoluş hali, sezonun dramatik omurgasını oluşturuyor ve büyük oranda doğru zamanda doğru yerlerde kullanılan yan karakterler ile gerçekten iyi şekilde destekleniyor. Dizinin felsefi yanının özellikle ilk beş bölümde çok iyi işlendiğini de belirtmem lazım. Hatta bunu bir soruyla taçlandırmam gerekirse, “Yaratmak mı, yaşamak mı daha tehlikelidir?” sorusu ile dizinin hem duygusal hem felsefi yönünü tanımlayabiliriz sanırım.
Dünya’da Geçen İlk Alien
Alien vs. Predator gibi deneysel ortak filmleri saymazsak, serinin tarihinde bir ilk olarak Alien: Earth uzay gemilerinde değil, Dünya’da geçiyor. Bu tercih, Alien evrenini köklerinden koparmak yerine yeniden topraklandırıyor. Hawley, bu tercihle “yabancılık” hissini tersine çeviriyor: Artık yabancı olan uzay değil, insanın kendi gezegeni.
Görsel tasarım açısından, dizi endüstriyel cyberpunk estetiğini klasik Alien karanlığıyla ustaca harmanlıyor. Neonla aydınlanmış paslı metal yüzeyler, sisli metropol manzaraları, soğuk laboratuvarlar… Her karede insanlığın kendi evine yabancılaştığı hissi hâkim. Kamera dili de bu hissi destekliyor: uzun planlar, loş ışıklar ve sessizlikle kurulan bir tehdit atmosferi. Disney sonrası yeni dönem Alien serisi diyebileceğimiz bu kısa geçmişte, Alien: Romulus ve Alien Earth’de orijinal Alien filmine prodüksiyon tasarımında büyük ölçüde sadık kalarak olabildiğince az görsel efekt kullanmaları, dünyada geçen bir Alien dizisi olmasına rağmen onları durdurmamış ve bu dizide de 2120 yılı içinde çok orijinal tasarımlar ile bizleri karşılamayı başarmışlar.
Hawley’nin üslubu, Fargo ve Legion’da olduğu gibi burada da sabırlı bir tempo üzerine kurulu. İlk iki-üç bölüm, özellikle “dünya kurma” odaklı; bu durum da diğer dizileri genel izleyici kitlesinden kendini ayrı tutmasına neden olmuştu. Ben bu tercihi iyi bir hikaye uğuruna yavaş ama kararlı bir inşa süreci yaratması sebebiyle sonuna kadar destekliyorum. Bu ritim, aksiyon bekleyen izleyiciler için sabır sınayıcı olabilir; fakat Hawley’nin anlatısı, gerilimi “patlama” yerine “bekleme” anlarında büyütüyor. Bu dediklerimi ilk beş bölüm için kesinlikle söyleyebilirken, sezonun son üç bölümünde belli ki yolunda gitmeyen birçok şey yaşanmış. Senaryo; sanki birkaç sezona yayılması planlanmış gibi güzel giderken, son üç bölümde bütün yavaş giden yapı aşırı hızlanmaya ve yapısal olarak o ana kadar yarattığı her şeyi sekteye uğratmaya başlıyor.
Görsel Anlatı, Ton, Ses Tasarımı ve Oyuncular
Teknik taraftan söz edecek olursak, görsel efektler abartılı CGI gösterilerinden oldukça uzak. Alien yaratıkları yalnızca “gösterilen bir tehdit” değil, aynı zamanda hissedilen bir varlık olmasının yanı sıra, bu dizideki Alien daha önceden gördüklerimize göre daha agresif, anlık kararlar verebilen bir tarza sahip. Yaratığın, dizinin anlatısının aksine aceleci patlama hamleleri sergilemesi ise bölümleri izlerken “Acaba Alien bu bölüm nasıl bir delilik yapacak?” sorusunu sürekli sormamı sağladı. Ses tasarımının ise sezonun gizli kahramanı olduğunu söyleyebiliriz. Organik nefeslerle birleşen mekanik tınılar, her an yaklaşan bir tehlikenin metaforu gibi sürekli beynimizin içine işliyor. Öte yandan bölüm sonlarında tercih edilen agresif müzikleri her ne kadar beğensem de, hala çok alakasız ve uyumsuz buluyorum.
Dizinin ana omurgasını oluşturan, ölümsüzlük projesi kapsamında yer alan ve bilinci insanla harmanlanmış sibernetik prototipler, aslında bir grup çocuktan ibaret. Fakat oyuncu tercihleri o kadar iyi ki, bütün çocuklar sırası geldiğinde muhteşem bir performans sergiliyor. Sadece çocuk oyuncular değil, yetişkin oyuncular da gerçekten rolleri için biçilmiş kaftan.
Sydney Chandler (Wendy) sezonun kalbi. Chandler’ın performansı, makineleşmiş bir dünyada insan kalmaya çalışan bir varlığın iç çatışmasını çarpıcı biçimde hissettirmekle kalmıyor, seçilmiş kişi sıfatının nasıl olması gerektiğini de başarılı bir şekilde gösteriyor. Timothy Olyphant’ın varlığı, klasik Alien karakterlerinin ve Blade Runner evreninin replikantlarının karizmasını çağrıştırırken, o ve Babou Ceesay’in karakteri Kumi Morrow ise sezonun gizli yıldızları olabilir. Essie Davis ve Alex Lawther ise hikâyeye insani yönlerden duygusal bir kırılganlık katıyor. Bir tarafta “Avcı ne kadar hile bilirse, av da o kadar o yol bilir.” durumunu bütün sezon ustalıkla sergiliyorlar. Özetle Hawley’nin yönetiminde tüm oyuncular, “duygusuzluğun ve umutsuzluğun estetiği” içinde var oluyor. Bu da anlatının temasıyla örtüşen ne kadar doğru bir tercih olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.
Melezlik, Bilinç ve İnsanlık
Alien: Earth yalnızca bir korku dizisi değil, insanlığın teknolojiyle olan ilişkisinin felsefi bir incelemesi. Dizinin “melez” kavramı, aslında modern insanın halini temsil ediyor: yarı organik, yarı dijital; hem özgür hem sistemin kölesi. Wendy’nin varlığı “bilinç” kavramını ters yüz ederken, dizi “Bir yapay zeka geçmişe ve duygulara sahipse onu insandan ayıran şey nedir?” sorusuna yanıt arıyor. Bu sorgulama, Blade Runner’ın “replicant” temalarını hatırlatırken, Alien evreninde ilk kez bu kadar doğrudan işleniyor. Hawley, insan ve makine ayrımını korku unsuru olmaktan çıkarıp varoluşsal bir trajediye dönüştürüyor. Ayrıca dizi, “yaratıcı olmanın günahı” fikrini merkezine alıyor. Tıpkı Prometheus’ta olduğu gibi, teknolojiyle tanrılaşmaya çalışan insanlığın sonu yine kendi ellerinden geliyor.
Zaman çizelgesine göre Alien: Earth, 1979 yapımı orijinal Alien filminden iki yıl öncesinde geçiyor. Bu, diziyi mitolojide özel bir konuma yerleştiriyor. Weyland Yutani’nin yükselişi, sibernetik teknolojinin temelleri ve yaratıkların Dünya’daki ilk izleri aslında bu dizide işleniyor. Hawley, serinin kronolojisini yeniden tanımlamadan var olan mitolojiye organik bir köprü kurduğunu söylese de, bir yandan Alien evreninin yalnızca bir uzay hikâyesi değil, insanlık tarihi olduğu fikrini de güçlendirmiş oluyor.
Sezonun tamamında bazı yan karakterler gibi sırası geldiğinde işlerini çok iyi yapan bir diğer ekip ise Alien’dan farklı olan diğer yeni yaratıklar. Yazının başlarında bahsettiğim Dünya’yı yöneten beş büyük şirket ve bunların potansiyel evren genişlemesi ihtimali gibi, daha önceden hiç tanık olmadığımız birçok yeni tür yaratık da evrenin temeline işlenmiş durumda. Bu çeşitlilik ve farklılık; evren için iyi, dizinin kendi kararsızlığı açısından ise tartışmaya açık bir yaklaşım olmuş. Eğer gelirse ikinci sezonda veya Alien evreninin farklı yapımlarında bu yeni yaratıkların rolünü inanılmaz derecede izlemek isterim.
Yaratığın Gölgesinde İnsanlık
Alien: Earth, her yönüyle cesur bir yeniden doğuş. Korkunun kaynağını karanlık bir gezegende değil, insanın kendi yarattığı sistemde arıyor. Hawley’nin vizyonu, yalnızca serinin geçmişine yönelik bir saygı duruşu değil, aynı zamanda geleceğine dair güçlü bir tez olabilecek potansiyeli barındırıyor. Bu sezon, uzayın derinliklerinden Dünya’nın soğuk yüzeyine inen bir ayna gibi; orada artık yaratıklardan değil, bizim onlara ne kadar benzediğimizden korkuyoruz.
İlk sezon, anlatım dili açısından riskli ama iddialı. Bazı bölümler, temponun düşüklüğü ve karakter motivasyonlarının belirsizliği nedeniyle eleştirilebilir; ancak bu durum, son iki-üç bölüm dışında bilinçli bir tercihe benziyor. Hawley, seyirciden düşünmesini ve sorgulamasını istiyor. Dizinin en güçlü yanı, atmosferi ve tematik derinliği. En zayıf noktası ise bazen fazla sembolik hale gelen diyaloglar ve son bölümlerin birden değişen kurgusu. Yine de Alien: Earth, evreni yalnızca yeniden anlatmakla kalmıyor ve yeniden yorumluyor. Bu nedenle son bölümleri beni üzse de, bu cesur diziyi hala çok seviyorum.
Mert Özenir‘in diğer yazılarına bakmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar