Alman sinemasının Türk cevheri Fatih Akın’ın son filmi Amrum, yurtdışında ilk gösterimlerinden sonra karışık tepkiler almıştı. Yönetmenin kendi stiline yakın mı yoksa Solino tarzı bir filmle mi karşımıza çıkacağını merak ederken, o bu kez İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında yenilgiye yaklaşan Nazi Almanyası’nda, Amrum adasındaki bir köyde geçen küçük bir hikâyeyi anlatmayı tercih ediyor. Diane Kruger filmin tanıtım içeriklerinde bolca öne çıkarılsa da, tüm film boyunca üç dakikalık kısa bir rolden ibaret. Muhtemelen filmin tanıtım çalışmalarına da bunun üzerinden oynanmış.
Fatih Akın’ın sinemasından çok fazla alışık olmadığımız bir tipte olan Amrum, Berlin’in uzak bir köyünde farklı profildeki karakterlerine yoğunlaşıyor. Hitler aşığı bir anne ve kendi gerçekliğine inandırmaya çalıştıran çocuğu ön planda gösterse de; aslında Nazi karşıtı pek çok karakteri film kendi içinde barındırıyor. Bir yandan da savaştan kurtulan perişan haldeki Polonyalı perişan çocukları görüyoruz. Fatih Akın bir anlamda İkinci Dünya Savaşı sonrasında insan profilleri üzerinden halkın anatomisini çıkarmaya çalışıyor.

Çocuk Gözünden Çöküş Dönemindeki Nazi Almanyası
Filmin çocuk gözüyle çekilmesinin nihai sebeplerinden biri ise o dönem neye inanacağımızı bilemememiz diyebiliriz. Karakterin adanın etrafındaki gibi gelgitler şeklinde gidip gelen fikirleri, film boyunca oradan oraya sürükleniyor. Ortadoğu filmlerinde görmeye alışık olduğumuz yoksulluğu çökmekte olan bir imparatorluğun yıkıntılarında görebiliyoruz. Temel gıda maddelerinin bile zar zor bulunduğu ve değişen sistemin sancılı adaptasyonunu hissettiren bir dönem anlatılmış. Bu kadar karışık bir dönemde de insanların konuşmaktan korktuğu şeyleri, özgürce ifade etmesiyle beraber, yakın olunan davranışlarındaki insanların değişen tavırlarını da görmemiz açısından film bize ışık tutuyor.
Amrum için faşist savunucusu demek mümkün değil. Öte yandan karakterleriyle empati kurmamızı isteyen yapısı nedeniyle karşımıza sempatik bir Nazi portresi çizmediğini de söyleyemeyiz. Fatih Akın belli ki her iki tarafın nabzını tutmak açısından tarafsız olmayı yeğliyor. Nazileri seven kişilerin de saf kötü olmadığını gösteriyor. Sonuçta yanlış bir olguyu destekleyen çoğu kişinin, inanmak istedikleri hikayeye aşık olmalarından dolayı yanlışa doğru sürüklendikleri bariz olmasa da, ima ediliyor. Bu sebeple de masumiyet simgesi çocuk karakter kullanılıyor. Çocuğun 400 Darbe’yi hatırlatan çatışmaları ve ikilemleri zaman zaman düşünmemize neden oluyor.

Basit, Gözlemci ve Pastoral
Filmin içinde nostaljiyi çağrıştıran muhteşem bir görsel dil yakalanıyor. Ancak bu durum ne kadar kulağa hoş gelse de, filmin sıradanlaşmaya müsait senaryosunun defoları, yakalanan harika sinematografi sayesinde görmezden geliniyor. Kısa ve Acısız, Duvara Karşı gibi filmleriyle tanınan bir yönetmen için atlamalı kesmeler veya telaşlı kamera açılarını kullanmamak Fatih Akın sineması açısından yenilikçi denilebilir.
Amrum, adanın ölçeği ve güzelliğini öne çıkartarak bize daha meditatif bir seyir zevki yaratıyor. Böylece geniş planların gösterişli etkisi filmin sinema anlamında değerini artırıyor. Ama film bittiğinde aklımızda bu görseller kalmıyor. Bunun yerine ana karakterimizin filmin başından sonuna kadar peşine düştüğü dönemin savaş ekonomisinin vahimliğinden kaynaklı “yumurta, un, şeker ve bal” koşuşturmacasını hatırlıyoruz. Fatih Akın’ın birbirinden ayrıksı tasarladığı kimi sahnelerin, farklı duygular uyandırabilecekken ana hikayeye çok da katkı sağlamadığını görüyoruz. Bu durum da filmin niteliğini sınırlı kılıyor.
Sonuç olarak Amrum, Nazi Almanya’sının kalıntılarında geçse de; temelinde insan doğasının hayal kırıklıkları üzerine bir hikaye olarak akılda kalıyor. Çocukluğun masumiyetinin ve saflığının filmi basitleştirdiğini söyleyebiliriz. Filmden çok büyük anlamlar çıkartmaya çalışmak seyirci açısından kendini kandırmaktan öteye gidemiyor. Amrum, kaybetmenin yarattığı hezimete ve umudun tükendiği anda insanı sefilliğe sürükleyen o kırılma noktasına temas ediyor. Amaçsız kalan insanın kırılganlığından doğan boşluğu anlamaya çalışıyor. Ne kadar derin olmaya çalışsa da, film bittiğinde kurulan naif atmosfer seyirciyi yeterince etkileyemiyor ve uzun vadede unutulacak bir film ortaya çıkıyor.
Haktan Kaan İçel’in diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.



















https://shorturl.fm/Carmh