Yedinci sezonu 10 Nisan 2025’te yayınlanan Black Mirror, altı bölümlük “klasik” bir paketle geldi: Common People, Bête Noire, Hotel Reverie, Plaything, Eulogy ve ilk kez doğrudan devam bölümü statüsündeki USS Callister: Into Infinity. Charlie Brooker, pandeminin gölgesinde doğan 6. sezondaki “Red Mirror” korku damarı ve meta şakaları yerine bu kez eski “tekno-distopya/nar tuzluğu” ayarına dönüyor. Yine de günümüz “gerçek” kâbuslarının (yapay zekâ setleri, sağlık abonelikleri, Mandela Etkisi…) zaten gündelik yaşama sızmış olduğu gerçeğini inkâr etmiyor.
Charlie Brooker yine baş senarist konumunda; ancak bu sezon, Eulogy’de Ella Road, uzatılmış Callister devamında ise Ali-Bridges-Bowling üçlüsüyle yazar kadrosunu genişletiyor. Yönetmenlik tarafında dizinin gediklisi Toby Haynes, iki bölüme (2 ve 6) imza atarken, her bölüm farklı bir yönetmenin üslubunu taşıyor; bu da sezonun görsel çeşitliliğini açıklıyor. Sezonun temel stratejisi, yarın için değil bugün için korkutmak. Brooker’ın asıl numarası, sadık izleyiciyi iki kez yakalamak: Hem yeni kabuslarla titretiyor hem de eski travmaların gölgesiyle kaşınıyor.
Netflix Tudum’daki “Easter Egg rehberi” haklı; sezon, keşif bağımlılarına karşılıksız “fan service” değil, süreklilik arzusuna dair bir alegori sunuyor. Bir de tutarlılık meselesi var tabii. 5. sezondan beri sallanan denge, burada geri geliyor. Bu sezon, bölümlerin içine sızarak boğulduğumu daha çok hissettim. Can yakıcı bir kapital ve ruhsuz insan portesiyle beraber ona eşlik eden her şeyin manyakça ticari pornoya dökülmesi sonucu, dengeli şekilde etki alanımı genişletip 3 bölümü öne çıkararak, ayrıca diğer bölümleri de beğenerek sezonun etkisi altında kaldım. Tepe-tırmanış‐iniş grafiği daha pürüzsüz; “dud” statüsündeki Plaything bile sezonun bütününü batırmıyor. Beklenti, risk demektir; ama Charlie Brooker bu kez riskin altından çoğunlukla kalkıyor. Önceki iki sezonda dalgalanan kalite grafiği bu kez pürüzsüz ve sert. Bu sezonu izlerken hep iki yerde duruyormuşum gibi hissettim: Bir yanım hâlâ “burada” — koltuğa gömülmüş, insanın kırılgan etiyle uzaktan kumandayı eli terli tutan ölümlü tarafım. Diğer yanım ise çoktan “orada” — ekranın ötesinde, ölümsüzlüğün soluksuz koşturduğu dağınık piksel kâbusunda.
Black Mirror bu yıl tam da o çatlağa yerleşiyor: insanın kırılgan etiyle ruhsuz algoritmaların ölümsüzlüğü arasına. Akciğerlerimi delicesine ısındıran bu yeni sezon, yüksekten girip alçaktan bitiyor. Common People ile yüksekten giriyor, Plaything gibi nispeten hafif bir “konsept eskizi”nde dahi fikri yakıtını koruyor, Eulogy ile duygusal zirve yapıyor. Sekiz yıl önceki San Junipero kadar umutlu, beş yıl önceki Smithereens kadar sert olabilmek zor; ama Brooker ikisinin arasına sıkışan daha hümanist bir ton yakalıyor.
Görüntü yönetmeni Albin Wildner, Viyana’nın hafif sokaklarından (Peacock ile flört eden tarzlar) devasa MMO galaksilerine uzansa da, kadraj hep “izlenen denek” hissini taşıyor: kusursuz simetriler, pastel çimlerde gömülü arıza nesneleri (alev alan golf arabası, glitch’li retro piksel ışıkları). Bu tavır, dizinin mottosunu görselleştiriyor: “Kendine bakıyorsun ama ekran seni daha iyi görüyor.” Sezonun tartışmalı bölümü Plaything: 90’lar oyun nostaljisine ve Bandersnatch evrenine göz kırpıyor ama polisiye çatısı aceleci; fikrin “Black Mirror kısa filmi” potansiyeli mini dizi içinde kısmen boşa harcanıyor. En beğenmediğim bölüm diyebilirim. Yine de neon-piksel estetiğiyle ritmi düşürmeden geçiş sağlıyor, dolayısıyla bütünlüğü baltalamıyor.
Black Mirror yedinci sezonuyla —özellikle Common People, Hotel Reverie ve Eulogy— çağdaş kapitalizmin insan ilişkilerini nasıl metalaştırdığını sert çizgilerle gösteriyor. Spotify’da aile paketini iptal edip reklamlara boğulduğunuz anı düşünün; burada reklâm yerine kalp atışları kesiliyor. Sağlığı aylık taksite bağlayan sigorta paketi, çalışanın nostaljisini “lisanslı dekor”a çeviren film stüdyosu, yas tutmayı ücretli bir “anı turu”na dönüştüren girişim… Her öykü, piyasanın en mahrem alanlarımıza sızıp duyguları “satın alınabilir ürün”e çevirdiğini vurguluyor. 5. ve 6. sezondaki dalgalı kalite grafiği düzelmiş ve emin adımlarla ilerliyor. Altı farklı hikâye tek bir damar üzerinde birleşiyor: kapitalizm, insan duygularını meta-veriye dönüştürür.
Bu sezonun her bölümü, kapitalist düzenin başka bir dişlisini tek tek söküp masaya koyuyor. Common People abonelik ekonomisinin her nefesine, Eulogy yasın lisansına, Hotel Reverie nostaljiye takılan barkoda, Bête Noire kişisel hafızanın sürüm numarasına, Plaything kimlik koçluğuna, USS Callister 2 ise sonsuz içerik çarkına odaklanıyor. Kimi zaman tempo veya melodram ayarı kaçsa da, 7. sezon “Black Mirror hâlâ derin, hâlâ acıtıyor.” dedirten tutarlı bir tekno-karabasan.
Bu sistemde kimlik, abonelik yenilendiği sürece var; hatıra, bulut sunucudaki telif bitene kadar gerçek; ilişki, parasını ödediğiniz müddetçe sürdürülüyor. Bir yandan aşırı “bağlı” ama temelde tamamıyla hissiz ve gerçeksiz bir toplum; ekranlarımıza verdikleri parlak yansıma kadar yüzeysel ve derinlikten mahrum. Ve son olarak itiraf edeyim: Dizi bittiğinde aboneliğimi iptal etmedim; çünkü tıpkı karakterler gibi, konforumun bedelini ödemeye alıştım. İşte Black Mirror’un asıl tokadı burada: Eleştirdiğim sistemle gönüllü sözleşmemi yüzüme vuruyor. Ben buranın tam insanıyım ama aslında oranın da insanıyım. İnsanın kırılmış ve aciz kalamayacak kadar ruhsuz dünyasının arasında kalan yapısıyla, Black Mirror‘ın yeni sezonunu başarılı bulduğumu söyleyebilirim.
Common People
“Rivermind” sigorta paketiyle açılan Common People, bana ilk dakikada nefesimin aylık bir fatura kalemine dönüşebileceği fikrini tattırdı; bölüm boyunca boğazımda hayali bir otomatik ödeme talimatı hissettim. Rashida Jones’un hem yorgun hem inatçı anne portresiyle Chris O’Dowd’un yenilgiyi saklamaya çalışan baba yüzü, hikâyeyi soyut sistem eleştirisinden çıkarıp damarları atar hale getiriyor. Klinik koridorların pastel grisi ile ev içindeki sıcak tungsten ışığı tezatı, “piyasa” ile “yuva” arasındaki çatlağı görsel olarak oyar; ventilatörün bip sesi ile senkron kalp atışı ise gerilimi nabız gibi tutar. Olumlu tarafta, senaryonun sağlık-bankacılık jargonunu (teminat/kapsam boşluğu, kademe/seviye yükseltme) doğal diyalog içine yedirerek bürokratik şiddeti çıplak biçimde göstermesi var; izlerken kendi e-devlet reçeteme düşen ilaç katkı paylarını hatırladım ve omzum istemsiz kasıldı. Ayrıca finalde bankanın camlı penceresinden duyduğumuz “Kartınız inaktif görünüyor.” cümlesi, insan hayatının bir statü koduna indirgenmesini buz gibi özetliyor.
Ama kamera hep aynı ailenin mutfağına döndükçe, sigorta devinin nasıl işlediğini merak etmeye başladım ve açıklama gelmedi. Makro ekonomik ağ yerine mikro melodrama sıkışmak, bölümün politik menzilini kısaltıyor. Üstelik dramatik yük bazen fazla ağır: bebek beşiğinin yanında gözyaşlarına boğulunan uzun tek plan, bende empatiyi yükseltmekten çok “Acaba şu anda duygularıma ipotek mi koyuyor?” kuşkusunu yarattı. İşlediği travmanın gerçekçiliği tartışılmazken, ağlatma dozu kimi seyircide ters tepip “manipülatif” olarak algılanabilir.
Son kertede, Common People sağlık hizmetini “yaşam aboneliği”ne çevirerek Black Mirror’ın kapitalizm aynasını en keskin haliyle parlatıyor; fakat sistem şemasını daha cesurca açsa ve dramatik gazı biraz kesip soğukkanlılığını korusa, etkisi evrensel bir çarpışmaya dönüşebilirdi. Yine de kapakta kendi isim etiketime bakar gibi hissettiren o ‘inaktif’ kodu, dizinin uzun süredir attığı en soğuk tokatlardan biri olarak hafızama kazındı. En beğendiğim ve ikna olduğum, o eski ruhu hissettiğim bölüm bu oldu diyebilirim. Bu bölümün bana sağlı sollu salvolarla sert tokatlar atıp benliğimi ve dünyayı tekrar sorgulattığını söyleyebilirim. Evet, bununla da kalmayıp bana içgüdüsel bir tepki verdirterek derdini nasıl iyi anlattığını tekrar kanıtlamış oldu.
Bête Noire
Pastel renkli bir şeker fabrikasında geçen hikâye, iki rakip şirketin “hafıza güncellemesi” yarışını izlerken anılarımızın bir yazılım yamasına dönüşebileceği korkusunu keskinleştiriyor. Belleği sürüm numaralarıyla etiketleme fikri son derece çarpıcı; prodüksiyon tasarımındaki pamuk-şeker tonlarıyla mavi LED sunucuların tezatı, “tatlı ambalajda siber kabus” hissini güçlendiriyor. Öte yandan finaldeki aceleci açıklamalar, izleyiciye düşünme payı tanımıyor ve bıyıklı CEO karikatürü kurumsal eleştiriyi sığlaştırıyor. Yine de “v1.0 Çocukluk” gibi tek satırlık etiketler, “Bir gün çocukluk anım sil baştan yazılır mı?” sorusunu kalıcı biçimde zihne kazıyor.
Görsel tasarım şahane: pamuk-şeker pembesi duvarların arasına yerleştirilmiş steril sunucu odaları, “masum ambalajda siber sömürü” hissini sezdiriyor. İki kadın başrolün (Siena Kelly ve Rosy McEwen) kimyası, “Benim hatıram mı doğru, yoksa seninki mi?” paranoyasını sahici tutuyor. Ben de sahneyi durdurup eski fotoğraflarıma baktım, “Bunu gerçekten yaşadım mı?” kuşkusu düştü içime. Neyse ki yaşamamışım.
Sadece tek cümleyle bile hafızayı ticarileştiriyor: “v1.1 Çocukluk Yaması” etiketinin etkisinde finalde “gerçek” pat diye açıklanıyor; düşündüğüm teorileri test etme fırsatı kalmadan jenerik geldi. CEO karakteri, bıyık altından kötücül kahkaha yoluyla kurumsal eleştiriyi Marvel kötü karakteri düzeyine indirgeyince, latif ama sığ kalıyor. Keşke anlatı, aceleci nefesini birkaç dakika tutsaydı, kâbusun tadı daha uzun kalırdı. Gizemli bölümlerden biri, olur olmadık yerde kendini çok açarak sığlığın içine sert bir dalış yapıyor.
Hotel Reverie
Altın Çağ Hollywood setine hapsolmuş yapay zekâ oyuncuları, nostaljinin endüstriyel sömürüye dönüşmesini göz alıcı Kodachrome paletiyle sergiliyor. Issa Rae, “yaşayan klasik” rolünde inandırıcı bir yorgunluk taşıyor ve karton dekorların ardındaki GPU rafları, gösteri ile gerçek arasındaki çürümüş sınırı ifşa ediyor.
Karton dekor arkalarındaki LED duvar ve render rafları, nostaljiyi çip tozuyla kirletiyor; keşke Richard Brody görseydi, “meta-sinemanın rengârenk kabusu” derdi. Brandy karakteri, eski film repliğiyle spontane konuşmanın arasında sıkışıp yaşadığı o cam parıltılı göz dalması sürükleyici. Ancak 76 dakikalık sürede bölümün “stüdyo turu” temposu düşüyor; finaldeki “sunucu fişini çek” kaçışı beklenenden basit kalıyor.
Senaryodaki çatlaklı yapıyı beğenmedim ve senaryo o yapısıyla ne anlatırsa anlatsın hep eksik şeyler gösterecekmiş izlenimini veriyor. Yapı sorunlarını devam ettikçe artırıyorlar ve o yüksek potansiyeli darmadağın edip yüzeysel bir anlatı sunuyorlar. Yine de günümüz IP tekrarları ve yeniden yapım furyasına yönelttiği sivri eleştiri fazlasıyla yerini buluyor. Bu yönlerini beğendim ve zaman zaman büyülü bir dünyanın içine girdiğimi hissettim. Geçmiş zamanların aşığı biri olarak, sahneleri mecburen iştahla yuttum ve Hotel Reverie, beni uzaklara doğru götürüp getirirken bölüm sonunda ufak bir tebessümle bırakıp gitti.
Plaything
Tamagotchi benzeri “Thronglets” oyunu, 90lar neon estetiğiyle büyülerken kimlik-as–a–service fikrini korkutucu bir mikro-ödeme kabusuna dönüştürüyor. Retro piksel ışıkları ve Will Poulter’ın cameosu nostalji coşkusunu yükseltse de, öyküdeki polisiye çatısının hızla çözülmesi gerilimi erkenden söndürüyor. Peter Capaldi’nin “teknoloji kâhini” karakteri ise tek boyutlu kalıyor.
Parlak konseptine rağmen derinlik yüzeyi zorluyor; fakat “$4.99’a Kendini Yükselt” mesajı, ruh sağlığının bile uygulama içi satın alımla paketlenebileceğini göstermekten geri durmuyor. Başta kalbim attı, sonra senaryo koştu ve ben yetişemedim. 16-bit müzikle senkron ışık atakları, 90lar odasını dans kulübüne çevirip halüsinojen etkisi yaratıyor; izlerken sanki CRT ekranının fosfor kokusunu duydum. Will Poulter’ın sürpriz girişi ise evren sadakatini pekiştiriyor ve geek damar şenleniyor.
Peter Capaldi’nin “NPC peygamber” figürü, bol jargon saçsa da tek boyutlu: dev aktör, tutorial ekranına hapsedilmiş gibi. En canımı sıkan şey; polisiye çatının ilk yarım saatte pat diye çözülmesi. Gerilimi kabus montajlarına terk ediyor; karakter motivasyonu pikselleşiyor ve buhar oluyor. Fikir şahane ama kimlik koçluğunu sanrılı oyuncağa döndürme girişimi, ”Game Over” ekranı kadar çabuk bitti. Derin bir kazı beklerken enteresan efektlerle avutuldum. Bu fikirden daha fazlası, baş döndürücü bir şey çıkabilirdi.
Eulogy
Paul Giamatti’nin dijital “yas turu”na katılan Phillip’i, fotoğraf kareleri ile gerçek zaman arasındaki dikiş izinde kederin software as a service modeline dönüşmesini ürpertici bir somutlukla hissettiriyor. 4:3 diapozitif kareden 16:9’a sıçrayan “dikiş” efekti, anının dondurulmuşluğu ile yaşayan zamanın akışını görünür çizgiye dönüştürüyor.“HD anı için ek ücret” repliği, kapitalizmin soğuk manyaklığını kalbe sokuyor. Bu, bir Black Mirror bölümünde uzun süredir duyduğum en rahatsız edici cümle. İşin daha da manyakçası, bunu bir gün birilerinin kesinlikle duyacak olması.
Bu bölüm, sezonun en öne çıkan iki bölümünden biri. Kapanışta Phillip’in premium almaya parası yetmeyince sevgilisinin yüzünün bulanık kalması, ekranın karşısında suçluluk duygusu kabarcığı yaratıyor. Ancak iki noktada yükselen melodramatik müzik; zaten güçlü olan duygusal etkiden çalıyor ve yasın toplumsal boyutları, bireysel uygulama deneyimine sıkışıp kalıyor. Kederin bile “HD katman” olarak satıldığı bir ekonomide empatiyi parasallaştırarak kendine güzel bir yer ediniyor.
USS Callister: Into Infinity
Nanette ile ekibinin 30 milyon avatarı özgürleştirme çabası, MMO kültürünü ve “sonsuz evren” markalaşmasını tempolu bir macera-komediye çeviriyor. Milioti–Simpson ikilisi izletiyor; “Patch 17.5”e gizlenen isyan virüsü fikri oyuncu kültürüne esprili bir tokat. Buna karşın yüksek eğlence tonu, ilk Callister’daki toksik erkeklik eleştirisinin karanlığını seyreltip evren fiziğinde birkaç mantık boşluğu bırakıyor. Bana göre en başarısız bölümlerden biri. Şakalar ve dalgalı dünya tasarımı kötüydü diyebilirim. Yine de telifli karakter sömürüsünü galaktik ölçekte resmederek sezonu enerjik bir finalle kapatmayı başarıyor. Daha dengeli gitmesini beklerken kendimi görsel öğelerle kavga ederken buldum.
Macera-komedi tonunun yüksekliği, ilk Callister’daki toksik erkeklik alegorisini suda inceltiyor: Robert Daly karanlığı yerine “kitle şirkete karşı” şamatasına çeviriyor. Işınlanma kuralları, sunucu arası gecikme gibi detaylar birkaç replikle geçiliyor; evren tutarlılığına takılanlar için boşluk bırakıyor. İzlerken ben de bu bölüm gibi savruk hissettim ve arada sırada sosyal medyaya girmemek için kendimi zor tuttum. Sık sık “bir sonraki içerik” anonsu gibi hissettiren stingerlar (DLC, yan görevler) odaktan çalıyor; sosyal medya bildirimine benzer “parlak gürültü” etkisi yaratıyor. Görsel tasarım cömert; arcade neonları ile Marvel benzeri uzay cepheleri birleşince göz dolduruyor. MMO evreni, telifli karakter sömürüsüne dair sağlam bir hiciv sunsa da ışınlanma fiziği, sunucu mantığı ve “DLC” şakaları hızla geçildiğinden odak dağınık kalıyor. İzleyici, aksiyon gürültüsü arasında gerçek gerilimi ayıklamakta zorlanıyor. Kısacası bölüm, parlak ve eğlenceli bir lunapark turu veriyor; ama derinlerde ısıracak dişleri önceki çağdaşından daha körelmiş durumda.
Kırık Aynada Yansıyan Gelecek
Black Mirror 7. sezonuyla, “bugünün fiyat etiketi”ni ve geleceğin ruhsuz potansiyel dünyasını yüzümüze çarpıyor. Olabilecek dramatik gelecek senaryoları sert bir şekilde hatırlatılıyor.
“Kapitalizm insani olanı meta-veriye çevirir ve kafaları allak bullak eder, insanın bütünsel mekanizmasını darmadağın eder.” temasını altı farklı kırık aynaya yansıtarak tutarlı bir kümeye dönüştürüyor. Sağlığı, hafızayı, nostaljiyi, kimliği, kederi ve hatta dijital varoluşu tek tek barkodlayan bir düzeni gösteriyor. Eksikler var: temponun düştüğü yerler, acele finaller, karikatür kötüler… Yine de ayna yeniden karardı, eski tarz geri döndü ve yansıma hâlâ son derece rahatsız edici ve keder verici.
Black Mirror hâlâ parlak, hâlâ sert, hâlâ keskin, hâlâ iddialı ve hâlâ acımasız. Bu sezon, “insan” kalan ne varsa artık taksit taksit satıldığını; ilişkilerin, insanların ve her şeyin birer ürün haline geldiğini iddialı ve ürkütücü bir berraklıkla gösteriyor.
Melih Venedik’in diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar