Sinemada aşkı konu alan çok film vardır. Bunun yanında queer bir aşkı konu alan film de çok vardır. Bu çokluğun içinde “iyi film” olarak anılabilecek film sayısı ise oransal olarak genelde azdır. Bu konuda izlediğim iyi filmlerden biri de Norveçli yönetmen ve senarist Dag Johan Haugerud’un Dreams (Sex Love) filmi oldu diyebilirim. Yazının hemen başında belirtmeliyim ki bu film bir üçlemenin ikinci filmi. Sırasıyla Sex (2023), Dreams (Sex Love) (2024) ve Love (2024) filmlerinden oluşan serinin ortasındaki film olmasından dolayı filmin adında parantez içinde “Sex Love” ifadesi bulunuyor. Orijinal adı Drømmer olan filmin İngilizce isminde böyle bir şey tercih edilmiş. Okurun kafasının karışmaması için bu durumu açıkladıktan sonra yazı boyunca filmin adını Dreams olarak kullanacağımı da belirtmem gerek.
Sex, Dreams, Love serisinin her filminde olduğu gibi bu filmde de bireysel duygular ile toplumsal normlar arasındaki kesişim noktalarını incelikle ele alınıyor. Haugerud’un anlatı dünyası, insan ilişkilerinin kırılganlığına ve aşkın farklı halleri üzerine cesur sorular sormaya odaklanıyor. Tüm bu temalar işlenirken de şüphesiz Kieślowski’nin ünlü Üç Renk üçlemesinden ilham alıyor.
2024’ün son aylarında Norveç’te gösterime giren film uluslararası başarısını ise festivaller aracılığıyla elde etti. Şubat 2025’te Berlin Film Festivali’nde büyük ödül olan Altın Ayı’yı alarak dikkat çekti. Bu başarı, Haugerud’un üçlemesine dair beklentileri artırırken, Dreams’i çağdaş Avrupa Sineması’nda öne çıkan yapımlardan biri haline getirdi. Filmin, gençlik, aşk ve toplumsal değerler üzerine kurduğu özgün diliyle yalnızca Norveç sinemasına değil, küresel ölçekte sinema sanatına da önemli bir katkı sunduğunu söylemek mümkün.
Bu yazı Dreams filmi hakkında spoiler içerebilir.
Örgü Teması Üzerinden Bir Aşk Anlatımı
Dreams konusu açısından oldukça “sıradan” denilebilecek bir film. Ergenliğin ortasında olan Johanne (Ella Øverbye) yeni başladığı okulundaki Fransızca öğretmeni Johanna’ya (Selome Emnetu) aşık olur. İlk bakışta queer bir aşka dönüşeceği düşünülen olaylar zamanla bir coming of age filmin kodlarını taşımaya başlar. Ancak yine de filme bir coming of age demek ne kadar mümkün bilemiyorum.
Her aşk filminde olduğu gibi karakterler arasında olan yakınlaşma bu filmde de var. Ancak diğer aşk filmlerinden biraz farklı. Çünkü bu yakınlaşma aşk dolu bir yakınlaşma değil. Bunun sebebi de Johanne’ın tek taraflı bir duygu içinde olması ve karşı tarafa bunu hiç anlatamaması.
Bir gün her şeyi anlatmak için öğretmeninin evine gidiyor ama yaşadığı duygular planlarına ters düşüyor ve her şey içinde kalıyor. Yine de Johanna, Johanne’ı çok seviyor ve onu sık sık evine alıyor. Ancak bu evde geçirilen zamanlarında Johanne’ın hissettikleriyle Johanna’ın hissettikleri aynı değil.
Johanne ilk başta sadece isimlerinin benzer olmasından etkilendiği öğretmeninin kısa süre sonra her şeyinden etkilenmeye başlıyor. Onunla kurduğu bazı ortaklıklara yeni ortaklıklar eklemeye bile çalışıyor. Örneğin ikisinin ortak noktası olan Fransızca bilmesine örgü örmeyi de eklemeye çalışıyor. Tekstil alanında uzman olan öğretmene örgü konusunda ne kadar yaklaşabilir orası muamma ama Johanne onun için buna çabalıyor. Filme Johanna’nın üzerinden örgü üzerine uzunca bir bölüm eklendiğini fark ediyoruz. Hatta bu örgü kavramı bana Virginia Woolf’un da hayatında olan ve hemen her kitabına işlemiş olan “örgü işleyen kadın” figürünü hatırlattı. Filmde buna dair hiçbir emare yok ama metinler arası bağlantılar kurmak da seyircinin en doğal hakkı değil midir? Peki örgü kavramı filmde nasıl işleniyor? Sürekli örgü üzerine konuşulan ve bir şeyler örülmeye çalışılan sahneleri peş peşe izliyoruz. Ancak 1 yıl sonra Johanne’ın o günlere dair yazdıklarını öğrenince onun bile fark etmediği bir “söküm” olduğunu görüyoruz. Yani Johanne’ın aşık olduğu kadınla bir şeyler örerken aslında kendi içinde bir şeylerin söküldüğünü öğreniyoruz. Yine de o günleri anarken son derece mutlu olduğunu görürüz. Hatta bu yazdıklarını kitaplaştırmayı bile düşünür.
Hatıraların Getirdiği Yas
Bana göre Dreams’te en iyi çalışan unsurlardan biri de dış ses kullanımı. Filmin henüz başında duyduğumuz dış ses film boyunca seyirciyi hiç bırakmıyor. Hatta neredeyse filmin tamamında dış ses kullanılıyor. Diyaloğun oldukça az olduğu Dreams bu konuda zor olsa da bunu iyi bir şekilde kullanmış diyebilirim. Bu yoğun anlatıcı ses kullanımını bazı kitap uyarlaması olan film ve dizilerde (Yüzyıllık Yalnızlık Kısım 1) görüyordum. Filmin henüz ilk çeyreğinde evrildiği nokta bu konudaki alışkanlığımı pekiştirdi diyebilirim. Çünkü bu bölümde 1 yıl sonrasına gidiyor ve Johanne’ın bu evde geçirdiği zamanları uzun uzun yazdığı öğreniyoruz.
Önce kendisini anlayacağını düşündüğü ve şair olan büyükannesi Karin’e (Anne Marit Jacobsen) daha sonra annesi Kristin (Ane Dahl Torp) bu yazıları okur. Özellikle annesi tam bir anne gibi yaklaşır ve kızı için endişelenir. Hatta bir ara bunun bir istismar olduğunu bile düşünür. Johanne ve Johanna’ın yaşadıklarını seyirci olarak biz de Kristin’in kızının yazdıklarını okudukça öğreniriz. İşte özellikle bu sahnelerde anlatıcı ses kitap uyarlaması filmlerden alışık olduğum bu anlatım diline iyice oturur. Bu sahnelerde Johanne’ın yaşadığı duyguların yoğunluğunu çok daha iyi anlarız. Annesinin korkuları hikaye ilerledikçe azalır çünkü okuduklarından anladığı kadarıyla Johanna’ı suçlayacağı bir durum yoktur. Tüm bunlar olurken hikayenin biraz dışında kalmış olsa da en güçlü özdeşliği Johanne ile kurarız. Anlarız ki Johanne 1 yıl sonra geriye bakıp bir yas tutmaktadır. Hem de hiç kazanamadığı bir aşkın kaybının yasını.
Johanne’ın yazdıkları okundukça başka temalar da ortaya çıkmaktadır. Özellikle bazı bölümlerde bu günlüğün sadece bir ergenlik anıları değil aynı zamanda aile içinde aşkın ve cinselliğin nasıl algılandığını gösteren bir mercek haline gelir. Dreams, bu süreçte karakterlerin kendi geçmişleriyle ve bastırılmış duygularıyla yüzleşmelerine de kapı aralar. Johanne’in masum duygularından yola çıkan anlatı, annenin kendi gençlik deneyimlerini hatırlamasına, büyükannenin ise toplumun katı normlarıyla hesaplaşmasına neden olur. Böylece film, bireysel bir hikâyeden çok daha geniş bir çerçeveye taşarak aşkın, aile bağlarının ve ifade özgürlüğünün farklı yüzlerini tartışmaya açar.
Bu defterlerin okunarak hikayeyi anlatmayı tercih etmesi yönetmen Johan Haugerud’un “içeriden ama mesafeli” hikaye anlatmayı ne kadar iyi bildiğini de gösteriyor.
Etkileyici Bir “Kadınların Hikayesi”
Dreams’in dikkat çekici yanlarından biri, hikâyenin merkezinde yalnızca kadınların yer alması diyebilirim. Johanne, annesi ve büyükannesi arasındaki etkileşim, hem bireysel hem de kuşaklar arası kadın deneyimlerini görünür kılar. Ergenliğin başındaki Johanne, aşkı ve cinselliği ilk kez keşfederken, annesi bu keşfi hem korumak isteyen hem de anlamlandırmaya çalışan bir figür olarak karşımıza çıkar. Büyükannenin ise daha muhafazakâr (ki anneye göre yine de daha soğukkanlıdır), toplumun normlarını içselleştirmiş bakışı, üç kuşak kadının farklı aşk anlayışlarını ve kadın kimliğine dair çelişkilerini yan yana getirir.
Filmin kadın karakterleri, sadece aile ilişkileri üzerinden tanımlanmaz. aynı zamanda kendi içsel dünyaları, arzuları ve bastırılmış yanlarıyla da derinlik kazanır. Johanne’in günlüğünde yazdığı satırlar, genç bir kızın kendi hislerini cesurca ifade etmesinin sembolüdür. Annesi bu ifadeler karşısında kendi gençliğini hatırlayarak, kadınların hislerini saklama veya bastırma zorunluluğunu sorgulamaya başlar. Büyükannenin tavrı ise daha çok toplumun kadınlara yüklediği rollerle şekillenir; bu da kadınların yaşadıkları çağın değerleriyle nasıl biçimlendiğini çarpıcı şekilde gösterir.
Üç kuşağın hikâyesi, kadınların tarih boyunca aşk ve cinsellik üzerinden nasıl farklı şekillerde konumlandığını da ortaya koyar. Johanne’in özgürce yazabilmesi, günümüzde kadınların kendi seslerini duyurma çabasını simgelerken; annenin ikilemleri, kadınların hem bireysel özgürlüklerini hem de aile içi sorumluluklarını aynı anda taşıma mücadelesini hatırlatır. Büyükannenin daha katı tavrı ise geçmiş kuşakların kadınlık anlayışını, toplum baskısının ve geleneklerin ağırlığını gözler önüne serer.
Sonuç olarak, Dreams yalnızca bir ergenlik hikâyesi değil, kadınların kendi duygularını, arzularını ve kimliklerini ifade etme biçimlerine dair bir anlatıdır. Film, kadınların hikâyelerinin birbirine nasıl eklemlendiğini ve farklı kuşaklarda nasıl dönüştüğünü gösterirken, seyirciye aşkın kadın deneyiminde ne kadar çok yönlü ve değişken bir yere sahip olduğunu düşündürür. Bu açıdan Haugerud’un Dreams‘i, kadınların iç dünyalarını ve ilişkilerini sahneye taşıyarak sinemada nadir görülen bir bütünlük yaratır.
Sade ve Etkileyici Bir Teknik
Dreams, biçimsel tercihlerinde de anlatısının yalın ama derinlikli yapısını destekleyen bir film. Kamera kullanımı, özellikle sabit planlara ve uzun çekimlere yaslanır. Yönetmen, karakterlerin yüz ifadelerini ve jestlerini ön plana çıkararak onların içsel dünyalarını seyirciye doğrudan yansıtır. Yakın planlar, Johanne’in yazarkenki yoğunlaşmasını ya da annenin kararsızlığını görünür kılarak duygusal yoğunluğu artırır. Kamera çoğunlukla sakin ve durağan bir bakışla ilerler. Bu da hikâyeye dingin, düşünsel bir atmosfer kazandırır.
Kurgu tercihleri ise filmi anlatıcı dış ses odaklı bir yapıya taşır. Hızlı kesmeler ya da dramatik zaman sıçramalarından çok, sahnelerin doğal akışına bırakılmış ritim öne çıkar. Karakterlerin birbirleriyle konuştuğu bölümler, kesintiye uğratılmadan verilerek seyircinin bu konuşmaların içine yerleşmesine olanak tanınır. Bu tercihle yönetmen Haugerud, izleyiciyi aceleci bir dramatik yapı yerine düşünmeye ve gözlemlemeye davet eder. Böylece film, anlatımında tiyatral bir yoğunluk kazanır.
Genel teknik estetikte yalınlık öne çıkar. Doğal ışık kullanımı, günlük hayatın sıradan mekânlarında geçen sahnelerde gerçeklik duygusunu güçlendirir. Ses tasarımında herhangi bir abartı yoktur; gündelik diyalogların sadeliği, karakterlerin ruh hâllerini daha çarpıcı kılar. Örneğin Johanne’ın öğretmeni Johanna’ın evine gittiğinde kendisinin bir arkadaşıyla tanıştığı ve onu kıskandığı bir sahne vardır. Bu sahnede evin önceki sahnelere göre daha aydınlık ve eskiye nazaran loşluktan uzak, daha çok soğuk renklerden oluştuğunu görürüz. Hatta bunu bizzat Johanna evdeki bazı eşyaları atarak yapmıştır. Bu açıdan sahnelerde kullanılan renk tercihleri bile düşünülmüş ve planlanmıştır.
Dreams son dönemlerde izlediğim en duygu yüklü film oldu. Bunda elbette bir aşk filmi olmasının etkisi yüksek. Ancak bu tek sebep değil. Seyirciye hem aşkın sınırlarını hem de bireyin yalnızlığını oldukça incelikli bir şekilde gösteren bir film. Bunu ergen bir karakter üzerinden anlatması ise elbette iyi bir tercih. Çünkü en yoğun duyguların yaşandığı zamanların ergenlik olduğu aşikar. Ancak en yoğun duyguların yaşandığı bu yaşları oldukça sade ve dingin bir şekilde anlatmak da sanıldığı kadar kolay olmamalı. Bu açıdan Dreams kesinlikle bir yönetmen filmi.
Can Ahmet Çelik‘ın diğer yazılarına bakmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar