Özcan Alper sineması, Türkiye’nin politik belleğini bireysel sessizlikle harmanlayan, sözü az ama yankısı derin bir sinema olarak tanımlanabilir. Onun kamerası açıklama yapmaz, hüküm vermez, kanıt aramaz; yalnızca bakar, dinler ve duyurur. Bu bakış bir estetik tercih olmaktan çok, bir vicdan tutumudur. Onun için sinema, tanıklığın etik bir biçimidir. Görüneni anlatmakla yetinmez; görünmeyenin yükünü taşımaya çalışır…
Alper’in karakterleri, yaşadıkları çağın temsilcisi değil; o çağın içinde yankılanan kırılgan ruhlardır. Kamera, kalabalıklardan uzaklaşır, yalnızlığın merkezine yerleşir. Gürültüden kaçıp insanın iç sesini dinler. Her kadraj, dış dünyanın uğultusundan sıyrılıp iç dünyanın yankısına yönelir. Bu yönelim, Alper sinemasının özünü oluşturur: sessizliğin içinde büyüyen bir vicdan, bakışın derinliğinde saklı bir tanıklık gibi.
Sonbahar’da politik yenilginin hüzünle karışık sessizliğini, Gelecek Uzun Sürer’de kaybolan seslerin izini, Rüzgârın Hatıraları’nda sürgün edilmiş bir sanatçının içe kapanışını izledik. Her film, Türkiye’nin politik toplumsal hafızasında açılmış yaraları bireysel yalnızlıkların içinden anlatmıştı. Erken Kış, bu çizginin en duru, en arınmış halkası. Yönetmen, geçmişin travmalarından bugünün görünmeyen çatışmalarına geçiyor: göç, savaş, taşıyıcı annelik, bedenin mülkiyeti ve sevgisizlik kavramlarını ele alıyor.
Arzunun Sessizliği: Konforun Gölgesinde Sıkışan Vicdan
Filmin merkezinde taşıyıcı annelik üzerinden kurulan ahlaki bir sorgulama var. İstanbul’da yaşayan Ferhat ve Handan, çocuk sahibi olamamanın boşluğunu Gürcü bir kadın olan Lia’nın bedeni aracılığıyla doldurmak isterler. Lia, savaşın, yoksulluğun ve göçün kesiştiği bir yerde var olur; onun bedeni umut ile sömürü arasındaki sınırda durur. Bir sözleşme yapılır, bir çocuk (Ada) doğar… Ardından savaş başlar, sınırlar kapanır. Lia, ne ülkesine dönebilir ne de doğurduğu çocuğu ardında bırakabilir. Ferhat karakteri, Erken Kış’ın en kırılgan düğümünü oluşturur. Onun Lia’ya yönelen arzusu, bedensel bir çekimden çok, duygusal bir uyanışın biçim değiştirmiş hâlidir.
Lia, Ferhat’ın bastırılmış arzularının ve unutulmuş canlılık hissinin dışavurumudur; aynı zamanda onun kendi hayatında yitirdiği hakikatin de yankısıdır. Ancak bu arzunun önünde konforun kurduğu sessiz bir duvar vardır. Ferhat, düzenli hayatının sağladığı güvenle Lia’nın temsil ettiği özgürlük arasında sıkışır. Ev, ona ait olmanın huzurunu verir; fakat aynı zamanda bir tür tutsaklıktır bu. Lia, bu tutsaklığa açılmış küçük bir çatlak gibidir. Ferhat’ın bakışlarında arzu ile suçluluk, merhametle tahakküm birbirine karışır. Onun iç çatışması, modern bireyin en tanıdık paradoksunu taşır: arzunun çağrısına karşı koyamayan, fakat arzunun bedelini ödemekten de korkan bir insan hâli.
Özcan Alper, bu karakteri melodramın tuzağına düşürmeden, etik bir gerilimin merkezinde konumlandırıyor. Ferhat, konuşamadığı duygularının ağırlığıyla sessizleşir; sessizlik, artık bir suç ortaklığına dönüşür.
Erken Kış, bana kalırsa görünürde küçük ama insani ölçekte büyük bir hikâye anlatıyor. Lia’nın bebeğini geride bırakma zorunluluğu, insanın kendinden kopuşunun sessiz simgesidir. Ferhat’ın babalık arzusunda iktidar ile vicdan arasındaki çatışma gizlidir. Film bu duyguların hiçbirini açıklamaz; onları sessizlikte büyütür.
Görsel Melankoli: Doğanın Duygusal Dili
Görsel düzlemde, Erken Kış’ın estetiği duygusal yoğunluğun bir uzantısıdır. Renk paleti kışın tonlarıyla kaplıdır, umut kadar ışık da azdır. Uzun planlar, sabit kadrajlar… her şey, izleyiciyi düşünmeye ve sessizliğin ritmini hissettirmeye çalışır. Yönetmenin sinema evreninde “doğa” canlı bir karakter gibi işlev gördüğü için Doğu Karadeniz’in sisli dağları, denizleri, dalgaları karakterlerin duygu durumuyla eşitlenir. Bu sinematik evrende soğuk, yağmur ve sis, suçluluğun ve yersizliğin somut biçimidir aslında.
Nihayetinde Erken Kış, sonunda bizi bireysel arzularla toplumsal sorumluluk arasındaki o ince çizgiye getiriyor. Özcan Alper’in kamerası, ne Lia’nın trajedisine ne Ferhat’ın suçluluğuna hüküm verir; aksine, iki karakterin de içinde yaşadığı insani aralığın tanığı olur. Bu aralık, modern dünyanın görünmez yarasıdır: birey, kendi arzularını yaşarken başkalarının sınırlarına dokunmadan var olamaz.
Erken Kış, tam da bu dokunuşun etik sonuçlarını seyircinin vicdanına bırakıyor. Arzunun dürtüsüyle vicdanın yükü aynı bedende buluştuğunda, insanın kendine olan bakışı değişir. Film bizlere bu dönüşümün hikâyesini sunuyor. Arzunun ısıttığı, vicdanın soğuttuğu bir iç iklimin insanlık hallerini gösteriyor.
Güney Birtek‘in diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.



















https://shorturl.fm/1OUI8