1

Türkiye sinemasında son yılların en sessiz ama en yakıcı yüzleşmelerinden birini kuran Kesilmiş Bir Ağaç Gibi, hem bireysel çöküşleri hem de toplumsal kırılmaları yan yana getiren yapısıyla dikkat çekiyor. Tunç Davut’un kamerası, göçmenlikten aile içi iktidar ilişkilerine, görünmeyen kadın emeğinden orta sınıfın sessiz dağılmasına kadar uzanan geniş bir alanda, yüksek sesle konuşmak yerine sükûnetin içindeki çatlakları dinlemeyi tercih ediyor. Filmin gerçek bir haberden filizlenen hikâyesi, gündelik hayatın içinden, küçük ayrıntılarla büyüyen vicdani bir çöküşü işaret ediyor; tam da bu yüzden hem kişisel hem toplumsal bir hafızaya dokunuyor.

Davut’un sessizlikle ördüğü bu dünya, karakterlerin iç hesaplaşmalarını derinleştirirken, aynı zamanda Türkiye’nin son çeyrek yüzyılda yaşadığı büyük dönüşümlerin gölgesini de taşıyor. Misafir denilerek görünmez kılınan göçmenler, hafifçe yamulan ama hiç kopmayan aile bağları, çözülen orta sınıfın sıkışmışlığı ve herkesin kendi içinde taşıdığı o küçük ama keskin karanlık… Film, bu kırılmaları büyütmek yerine onların etrafında dolanan bir duyarlılık kuruyor.

Tam da bu nedenle Tunç Davut’la yaptığımız bu söyleşi, yalnızca filmin yapım sürecine değil; aynı zamanda bu sessiz politikanın, bu görünmeyen çatlakların ve bu içsel yolculukların nasıl örüldüğüne yakından bakma fırsatı sunuyor.

Tunç Davut ile Kesilmiş Bir Ağaç Gibi Filmi Üzerine Röportaj Antalya Uzun Metraj Yönetmenler Arakat Mag 2025

Bir Sessiz Çığlığın İzinde

Filmin çıkış noktasını merak ediyorum. Kesilmiş Bir Ağaç Gibi fikri ilk olarak hangi duygu ya da gözlemden doğdu?

Tunç Davut: Bir gazete haberi okumuştum. Haber, Esenler’de Suriyeli bir göçmenin intiharıyla ilgiliydi. İnternette biraz araştırınca güvenlik kamerası görüntülerine ulaştım. Görüntüler şöyleydi: Dar bir sokakta birkaç kişi yürüyordu. Sokağın işlek caddeye açılan ucunda araç ve insan trafiği akıyordu. Cadde bir an boşalır gibi oldu. Bu boşlukta, dar sokağın bir ucundan caddeyi çaprazlama geçmeye çalışan bir adam, caddenin ortasına geldiğinde durdu. İlerlemeye çalışan belediye otobüsüne aldırış etmeden rögar kapağını açtı. Çevredekilerin şaşkın bakışları altında duraksamadan kendini kanalizasyona bıraktı.

Göçmenin kanalizasyona atlayışı, kendini öldürme değil, toplumun ekonomik, sınıfsal ve etnik hiyerarşisine karşı, ötekileştirilmiş bir beden üzerinden kurulan sessiz bir çığlıktı kanımca. Biz insanlar, acının sorumluluğunu büyük felaketlere yıkmaya meyilliyiz. Oysa hakikat, çoğu zaman küçük harflerle yazılır. Sessizdir. Gündelik hayatlarımız, televizyonda izlediğimiz ya da internette karşılaştığımız büyük trajedilerden ayrı gibi görünse de aslında biz de her an yaptıklarımızla, hissettiklerimizle, bu zalim dünyanın değirmenine bir damla su taşıyoruz. ‘Küçük günahlarımız var!’ diyerek kendimizi avuturken hayat karşımıza büyük sınavlar çıkardığında insan kendi karanlığından ne kadar kaçabilir?

Kesilmiş Bir Ağaç Gibi, Türkiye’nin son 25 yılında çöken orta sınıfın aile yapısına, göçmen krizinin toplumsal hayata düşürdüğü gölgeye ve sıradan insanların iyiyle kötü, merhametle zalimlik, sevgiyle sevgisizlik, güvenle kuşku arasında savrulan ruh hallerine bir bakış sunma düşüncesinden doğdu.

Filmde aile içi kırılmalar ve göçmenlik meselesi aynı hikâyenin içinde çok doğal bir şekilde bir araya geliyor. Bu iki katmanı birlikte işlemenin sizin için dramatik anlamı neydi?

Tunç Davut: Kesilmiş Bir Ağaç Gibi anlatısı aslında üç ana eksen etrafında dönüyor: Refik’in içsel, vicdani yolculuğu, aile içinde dönen iktidar ve miras kavgaları ve Nesrin’le çocuklar üzerinden yüzleştiğimiz göçmenlik meselesi.

Suriyeli göçmenler Türkiye’de yıllardır misafir diye adlandırılıyor ama bu tanım biraz da meseleyi geçiştirmek gibi. Fiilen çalışıyorlar, hayatı sırtlıyorlar ama ne haklara tam erişimleri var ne de gerçekten toplumun içinde kabul görüyorlar. Emeğin karşılığını alamıyor, bir yandan da şehirde yaşasalar da hep sembolik olarak dışarıda tutuluyorlar. Bu durum bazen öyle bir noktaya geliyor ki, artık sosyal ölüm diye tanımlanan bir hale yaklaşıyor: Var gibisin ama yoksun. Ve ilginç olan şu ki bu hissi sadece göçmenler yaşamıyor. Türkiye’de özellikle son yıllarda çöken orta sınıf aile yapılarında da benzer bir dışlanmışlık, sessizce silinmiş olma duygusu var.

O yüzden bu filmde aile içi çatışmalarla göçmenlik meselesi birbirinden çok ayrı değil. Hem şehirde hem evin içinde, ötekileştirmenin benzer biçimleri tekrar ediyor. Bu da anlatıyı sadece toplumsal vicdan üzerinden değil, bireysel vicdan, yani karakterlerin kendi iç hesaplaşmaları üzerinden de kurmamızı sağladı. Çünkü mesele sadece dışarıdakini değil içeridekini de nasıl unuttuğumuzla ilgili.

Nesrin karakteri filmde neredeyse görünmeyen ama etkisi bütün yapıyı belirleyen bir figür. Onu “yokluğu üzerinden anlatmayı” neden tercih ettiniz?

Tunç Davut: Nesrin’i filmde doğrudan göstermemeyi, yani onu yokluğu üzerinden anlatmayı özellikle istedik. Çünkü bu hem gerçeğe daha yakın hem de etik olarak daha doğru bir yaklaşım gibi geldi. Şehirde hayatın dönmesini sağlayan, evleri, yaşlıları, çocukları ayakta tutan göçmen kadınların emeği aslında her yerde ama kendileri çoğu zaman görünmezler. Onlar hep kapı eşiklerinde bekler, temizlikte, bakımda görünmeden yaşarlar. Biz de kamerayı doğrudan Nesrin’in acısına çevirmek yerine, onun etkilerini, varlığını hissettirdiği anları ön plana çıkarmayı tercih ettik. Seyirlik bir mağduriyet yaratmak istemedik açıkçası. Tam tersine, onu hikâyeyi yönlendiren, görünmeden etkisiyle dokunan bir özne olarak kurmaya çalıştık.Tunç Davut ile Kesilmiş Bir Ağaç Gibi Filmi Üzerine Röportaj Antalya Uzun Metraj Yönetmenler Arakat Mag 2025

Şefkatle Mesafe Arasında

Refik, İhsan ve Nalan üçgeni oldukça tanıdık aile dinamikleri barındırıyor. Bu ilişkileri kurarken kendi kişisel deneyimleriniz ya da gözlemlediğiniz gerçek aile hikâyeleri etkili oldu mu?

Tunç Davut: Evet. Ortak yazarımız, yapımcımız Sinem Altındağ’ın ve benim hayatlarımızdan vücut buldu. İkimiz de ailelerimizden farklı şehirlerde yaşıyoruz. Onlar da uzun süre yalnız yaşadılar ve zaman zaman yanlarında çalışanları, bakıcıları oldu. Olabildiğince sık ziyaret etmeye çalıştık. Bu ziyaretlerde en çok dikkatimizi çeken, ailelerimizin bu kişileri sahiplenme biçimiydi: şefkatle iç içe geçen, kimi zaman hiyerarşi ve mesafe barındıran tuhaf bir yakınlık.

İnsan anne ya da baba olarak doğmuyor; bu rolleri toplum içinde öğreniyoruz ve benimsedikten sonra da kolay kolay bırakmıyoruz. Annelerimizde ve babalarımızda, hayatlarının sonuna dek süren o sahiplenmeyi görmek zor olmadı. Ebeveynlerimiz tarafından çocukları yerine koyulan kişilerin (?) aile içindeki durumunu hafif bir buruklukla anlatmıştı Sinem. Bu duygu bana da yabancı değildi. Refik, İhsan ve Nalân ilişkilerinin arka planında da bu gözlem var: bakım ile kontrolün, minnet ile iktidarın, yakınlık ile mesafenin ince çizgisi. Kesilmiş Bir Ağaç Gibi birebir biyografik değil ama yaşadıklarımızın, hissettiklerimizin damıtılmış hâli.

Filmde en çok sezdiğimiz şeylerden biri “köklerinden kopma” hâli. Bu temayı seçmenizin ardında nasıl bir metaforik dünya var?

Tunç Davut: Köklerinden kopma meselesi bizim için sadece bireysel bir hikâye değildi; daha çok toplumsal bir dağılma hâlini anlatmak istedik. Bu tema, günümüz dünyasında kimliğin, aidiyetin ve yer duygusunun hızla aşındığı bir dönemin metaforu gibi aslında. İnsanlar bir yerlere fiziksel olarak ait olsalar da duygusal ve kültürel olarak dışarıda kalıyorlar. Bu hem göçmenler için geçerli hem de artık kendi yaşadığı toprakta bile yabancılaşmış insanlar için.

Filmde, yersiz ve yurtsuz olmak yalnızca mültecilerle sınırlı bir mesele değil. Aynı zamanda orta sınıfın çözülmeye başlayan, savrulan aile yapısında da kendini gösteriyor. Eskiden güvence gibi görülen o çekirdek aile yapısı artık bir tür baskı mekânına dönüşmüş durumda. Ekonomik olarak ayakta kalmak zorlaştıkça, duygusal bağlar da yük haline geliyor. İnsanlar birbirine destek olmak yerine, birbirini taşıyamaz hale geliyor. Bu da bir nevi içeride kalıp, dışarıya atılmak duygusunu yaratıyor.

Karakterlerin çoğu bu yüzden hem fiziksel hem de psikolojik olarak köksüz. Bir yandan geçmişle kurdukları bağ çözülmüş, bir yandan da gelecekle ilgili bir hayalleri ya da yerleri kalmamış. Ne tam olarak bir yere aitler, ne de tamamen kopabilmişler. Sürekli bir eşiğin üzerindeler — geri dönemedikleri ama tam olarak geçemedikleri bir sınırda. Ama en çarpıcısı şu: Her ne kadar uzaklaşmış olsalar da herkes bir şekilde hâlâ bir yere ait olmak istiyor. Ait hissetmeye çalışıyor. Bu da filmde özellikle sessizlikle, suskunlukla, kaçamak bakışlarla, bastırılmış duygularla ortaya çıkıyor. O sessizliklerin altında, geçmişle, aidiyetle, aileyle — yani kök dediğimiz her şeyle yarım kalmış bir yüzleşme var. Biz de filmi yazarken, bu yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu düşündük. Bu sadece Refik’in ve ailesinin ya da Nesrin ve çocuklarının hikâyesi değil; yavaş yavaş çözülmeye başlayan bütün bir sınıfın, bütün bir toplumsal yapının hikâyesi. O yüzden köklerinden kopmuş gibi görünen karakterler aslında hâlâ o köklerin gölgesinde yaşıyor. Belki bir daha bağ kuramayacaklar ama oradan tamamen çıkamıyorlar da.

Film neredeyse müziksiz ilerliyor, sessizlik çok önemli bir rol üstleniyor. Bu sessiz anlatımı tercih etmenizin sebebi neydi?

Tunç Davut: Müzik çoğu zaman seyirciye ne hissedeceğini söyler, duyguyu yönlendirir. Ama ben izleyicinin duyguyla doğrudan, filtresiz bir şekilde temas etmesini istedim. Duyguyu göstermek yerine, hissettiren bir alan açmak istedim. O yüzden sessizlik bu filmde sadece bir atmosfer yaratma aracı değil, anlatının kalbinde duran bir şey, bir örge oldu.

Bu sessizlik özellikle Refik karakteriyle çok bağlantılı. Refik, eşini kaybettikten sonra içine kapanmış, çocuklarıyla olan bağları zayıflamış, kendisiyle bile bağ kurmakta zorlanan biri. Dışarıdan hâlâ ayakta gibi görünse de içten içe kurumuş bir ağaç gibi. Toprağın üzerinde ama çoktan dalı, budağı kesilmiş, köklerinden beslenemeyen bir ağaç gibi. Onun sessizliği, aslında içindeki çöküşü anlatıyor.

Görsel dili de buna göre kurduk. Uzak planlar karakterlerin yalnızlıklarını daha da görünür kılıyor, onları çevrelerinden ayırıp boşluğa bırakıyor. Yavaş çekimler, zamanın uzamasını ve sessizliğin yankısını daha güçlü hissettirmek için kullanıldı. Yani sessizlik burada bir eksiklik değil. Aksine, karakterlerin iç sesini ve kırılganlıklarını duyurmanın, görünmeyeni görünür kılmanın bir yolu. O boşluğu doldurmak artık izleyiciye kalıyor.Tunç Davut ile Kesilmiş Bir Ağaç Gibi Filmi Üzerine Röportaj Antalya Uzun Metraj Yönetmenler Arakat Mag 2025

Başarısızlık, Öfke ve Öğretilmiş Roller

Özellikle İhsan karakteri üzerinden erkeklik baskısı ve başarısızlık duygusunu güçlü bir şekilde hissediyoruz. Bu temayı senaryoda nasıl şekillendirdiniz?

Tunç Davut: İhsan karakteri aslında bize erkekliğin nasıl öğrenilen ve sonuç olarak içselleştirilen bir şey olduğunu ve bu “öğretilmiş erkeklik” hâlinin zamanla nasıl bir yük haline geldiğini gösteriyor. İhsan gibi karakterler çarpık bir sistemin taşıyıcısı olmalarının yanında, aynı zamanda onun mağduru da oluyorlar. Bu yüzden hikâyesi hem eleştiriye hem de yüzleşmeye açık. İhsan’ın durumunda, duvara toslamış da olsa bu erkeklik hali kendi içine dönen, kendini tekrar eden, patinaj yapan bir tutum olarak karşımıza çıkıyor.

Başarısızlık öfkeyle, asla özeleştiri içermeyen savunmayla, yeni hatalarla örtbas edilmek durumunda. Ama hayat koşulları bu kısır döngünün kırılması gerektiğini gösteriyor. Kız kardeşi Nalân’la olan ilişkisinde de bunu net görüyoruz. Nalân güçlü, ayakta duran bir kadın. Bu, İhsan’ın alıştığı düzeni bozuyor. Ama değişim sinyalleri unutmayalım ki keskin bir ekonomik kriz ortamında bir çözülme, sorunların çözümlenememesi hali içinde geliyor. Senaryoda İhsan’ın öyküsünü kurarken bu durumu hep düşündük.

Nesrin’in çocuklarının masumiyeti hem hikâyeye hem de toplumsal bağlama ayrı bir derinlik katıyor. Çocuk oyuncularla çalışma süreci nasıldı?

Tunç Davut: Nesrin’in çocuklarının hikâyeye kattığı en önemli boyutlardan biri, o saf ve filtresiz masumiyet duygusu. Bu masumiyet, sadece yaşlarına değil, dünyayı algılayış biçimlerine de dair. Ne olup bittiğini tam anlamasalar da bir şeylerin ters gittiğini sezebilecek kadar duyarlılar. Çocukların gözünden bakabilirsek sanırım yalnızca bir mağduriyeti değil, vicdani bir hesaplaşma alanını da görmeye başlıyoruz. Çocuklar toplumumuza savrulmuş genç filizler gibi.

Nesrin ve çocukların durumu tam anlamıyla yersiz yurtsuz olmakla tanımlanabilir. Fiziksel olarak hayattalar ama sistemin tamamen dışında bırakılmışlar. Kimliksiz, kayıtsız, görünmeyen bireyler. Toplumda yerleri yok; güvende hissettikleri bir alan da.

Oyuncu seçimi süreci de bu bağlamda çok dikkatli yürütüldü. Onları bulmak kolay olmadı. Suriyeli göçmenlerin yoğun yaşadığı Tarsus’ta, göçmen çocuklarla yerel çocukların birlikte eğitim gördüğü devlet okullarında yaklaşık üç ay süren bir seçme süreci yaptık. Bine yakın öğrenciyle görüştükten sonra, Yaser’i (Ahmet El Ali) ve Hassan’ı (Nasreddin Meşhed) seçtik.

Set öncesinde çocuk oyuncularla çalışmak da özel bir hazırlık gerektirdi. Oyuncu koçumuz ve eğitmenimiz Ömür Sevgi Çil’le birlikte, çocukların doğallığını kaybetmeden, oynadıkları karakterle empati kurabilecekleri bir alan yaratmaya çalıştık. ‘No kids, no cats’ derler ya; yani çocuklarla ve hayvanlarla çalışmak zordur diye… Ama biz bu süreçte tam tersine çok şey öğrendik. Onlarla çalışmak hem çok keyifli hem de yaratıcı bir deneyime dönüştü.

Refik’in halüsinasyonları, sinek sahnesi ve rüya anları, filmde sembolik bir katman oluşturuyor. Bu sembolleri nasıl düşündünüz ve neyi işaret etmek istediniz?

Tunç Davut: Refik’in halüsinasyonları, böcek sahnesi ve rüya anları, filmin gerçeklikten iç dünyaya geçiş yaptığı alanları oluşturuyor. Bunlar sadece estetik ya da dramatik birer tercih değil; aynı zamanda karakterin zihinsel çözülüşünü, vicdani sıkışmışlığını ve ölümü yavaş yavaş karşılamasını anlatan araçlar.

Refik, film boyunca sessiz, içine dönük ve suçluluk duygusuyla hareket eden bir karakter. Eşinin kaybından sonra ailedeki yerini, yaşamdaki rolünü ve vicdani sınırlarını yeniden sorguluyor. Halüsinasyonlar ve rüyalar da bu sorgulamanın tezahürleri. Gerçekle bağının inceldiği, kendiyle yüzleştiği anlarda zihni ona oyunlar oynamaya başlıyor. Gördüğü rüyalar ya da geçmişten gelen sesler, bastırılmış duygularının ve çözülememiş travmalarının dışavurumu olarak da okunabilir.

Özellikle böcek sahnesi bu anlamda önemli. Duşta, Refik’in suya bakarken bir böceği, yani hayatta kalma mücadelesi veren küçük bir canlıyı fark etmesi ve onu kurtarması hem bir merhamet anı hem de kendi kırılganlığını fark etme anı. Bu küçük jest, Refik’in hâlâ içinde bir yerlerde canlı bir vicdan taşıdığını gösteriyor.

Kısacası bu sembolik katmanlar, Refik’in fiziksel dünyadan çok zihinsel bir alanda yaşadığını, gerçekliğe olan bağlılığının giderek azaldığını ve kendi iç yolculuğunda bir sona doğru ilerlediğini anlatıyor. Filmdeki semboller, bu içsel çöküşün izlerini sürmemizi sağlayan anahtarlar gibi çalışıyor.Kesilmiş Bir Ağaç Gibi Filmi Üzerine Röportaj Antalya Uzun Metraj Yönetmenler Arakat Mag 2025

Sessizlikle Kurulan Vicdani Bir Siyaset

Film göç, sınıf farkı, görünmeyen kadın emeği gibi oldukça politik konulara temas ediyor ama bunu hiçbir zaman doğrudan sloganlaştırmıyor. “Sessiz bir politika” kurmak sizin bilinçli bir tercihiniz miydi?

Tunç Davut: Evet, Kesilmiş Bir Ağaç Gibi’de özellikle sessiz bir politika kurmak bilinçli bir tercihti. Film göç, sınıf farkı, görünmeyen kadın emeği, aile içi iktidar yapıları ve toplumsal vicdan gibi son derece politik temalara dokunuyor ama bunu doğrudan bir söylem, ajitasyon ya da slogan üzerinden yapmamak düsturunu benimsedi. Çünkü bu hikâyenin asıl derdi, gerçek hayatın içindeki o sessiz, sıradan ama derin kırılmaları göstermekti.

Filmdeki göçmen karakterler – Nesrin, çocuklar– çoğu zaman ekranın merkezinde değiller ama varlıkları her sahnede hissediliyor. Biz kamerayı onların acılarına değil, o acının etrafında nasıl yaşandığına, kimlerin o yoklukla nasıl baş etmeye çalıştığına çevirmeyi tercih ettik. Böylece onları mağdur figürler yerine, hikâyeyi etkileyen öznelere dönüştürdük. Benzer şekilde Refik’in vicdani hesaplaşması ya da Nalân’ın sistem içindeki ikilemleri de bu politik katmanların parçası ama hiçbir zaman doğrudan temsil edilmiyorlar. Çünkü filmin genel yaklaşımı, politik olanı gündelik olanla iç içe geçiren, hatta onunla görünmez biçimde örtüştüren bir yapı kurmak üzerineydi.

Bu sessiz politika anlayışı, aslında Türkiye’de hem bireysel hem toplumsal düzeyde yaşanan birçok çatışmanın dışavurumunu da yansıtıyor. Sessizlik, bastırılmışlık, görmezden gelinme ve içten içe biriken gerilimler… Filmdeki karakterler ne çok konuşarak ne de açık bir şekilde taraf tutarak bir duruş sergilemeliydiler. Bunun yerine, yaşadıkları çatışmalar, verdikleri küçük tepkiler, aldıkları kararlar ya da alamadıkları sorumluluklar üzerinden pozisyonlarını belli etmeliydiler. Dolayısıyla politik olanı ses yükselterek değil, sessizlik içinde kurmaya çalıştık. Çünkü bazen en derin politik meseleler, en çok da kimsenin konuşmadığı yerlerde büyür. Kesilmiş Bir Ağaç Gibi tam da bu alanlara dikkat çekmeye çalışıyor.

Son olarak, Kesilmiş Bir Ağaç Gibi sizin filmografinizde nasıl bir yere oturuyor? Gelecek projeleriniz için bu filmin açtığı bir yol var mı?

Tunç Davut: Gelecek uzun süreceğe benziyor diyerek söyleşiyi sonlandıralım mı? Bu değerli sorular için teşekkür ederim. Sevgiyle kalın.


Hüseyin Çakır‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.

Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.

Kesilmiş Bir Ağaç Gibi: Savrulan Kökler, Tükenen Sesler

Emre Sert ve Gözde Yetişkin ile Sahibinden Rahmet Filmi Üzerine Röportaj

Hüseyin Çakır
Toronto’da Grafik Tasarım okuyor, sinema üzerine içerikler üretiyor, yazıyor, çiziyor.

Left-Handed Girl: Küçük Bir Göçmen Hikayesi

önceki yazı

Amrum: Hezimetin Kırılganlığı

sonraki yazı

1 Yorum

Bir yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bunlar da ilginizi çekebilir