1990 senesinde Laura Palmer’ın cansız bedeni Twin Peaks kasabasının kıyısına vurdu ve her şey o gün başladı. “Laura Palmer’ı kim öldürdü?” sorusu ise bugün hala akıllarda ve hatta popüler giyim mağazalarının tişörtlerinde… Twin Peaks, tekinsiz ve tuhaf atmosferi, garip ve bu dünyadan olmayan karakterleri, rahatsız edici ancak büyüleyici müzikleriyle David Lynch ile Mark Frost‘un gönüllere taht kuran kült televizyon dizisi olarak karşımıza çıkıyor. Rüyaların ve sürreal ortamların ustası David Lynch‘in acı kaybının ardından kısa da olsa Twin Peaks‘i anmamak elde değil.
Dram, gerilim ve gizem türlerinde yer alan dizi, ABD’nin kuzeybatısındaki küçük bir kasaba olan Twin Peaks’te lise öğrencisi Laura Palmer’ın öldürülmesinin ardından gelişen olayları konu alır. FBI ajanı Dale Cooper, cinayeti çözmek için kasabaya gelir. Ancak, Laura’nın ölümünün arkasındaki sırlar kasabanın tuhaf ve karanlık doğasını açığa çıkarır. Dizi boyunca doğaüstü unsurlar, karakter dramları ve karanlık olduğu kadar absürt bir mizah anlayışı bir araya gelir.
Açıklanamayan Rüyalar ve Kabuslar
Twin Peaks, başından sonuna kadar bir David Lynch aklı ürünü olduğunu hissettiren bir dizi olarak karşımıza çıkar. Ancak şahsi fikrim, ilk iki sezonun en rahat izlenebilen Lynch eseri olduğu yönünde. İlk iki sezonun ardından gelen prequel Twin Peaks: Fire Walk with Me (1992) ile seneler sonra yapılan “The Return” isimli üçüncü sezonun (2017), Mulholland Drive (2001) veya Lost Highway (1997) gibi daha ağır ve tam olarak bir Lynch kabusu niteliğinde izlemesi zor bir seyir keyfi sunmaktadır. Üçüncü sezon, daha soyut ve deneysel anlatımıyla izleyiciyi ikiye bölmüştür. Ancak pek çok kişi tarafından 21. yüzyıl televizyonunun en iyi eserlerinden biri olarak değerlendirilir. İlk iki sezonunun hafifliğinin ise Lynch ile Mark Frost‘un ortaklığında geldiği düşünülebilir.
Dizi, doğaüstü unsurları (The Black Lodge, Bob, White Lodge) sıradan yaşamla harmanlayarak benzersiz bir atmosfer yaratmaktadır. Kasaba sakinleri bir yandan her şeyden habersiz sıradan insanlar gibi gözükürken diğer yandan olaylar geliştikçe kimsenin masum veya normal olmadığı ortaya çıkmaktadır. İnsan ilişkilerini doğaüstü unsurlarla harmanlayan dizi insanlığın karanlık doğasını ön plana çıkarmaktadır. Bunu yaparken de Lynch’in rüyayı andıran sürreal anlatımını, absürt mizahı ve rahatsız edici kurguyu kullanarak kendine has olmayı başarmıştır.
Twin Peaks, televizyonun hikaye anlatıcılığı sınırlarını genişlettiği için akademisyenler ve eleştirmenler tarafından sıkça övülür. Lynch’in hayal gücünün bir ürünü olarak, sinema ve televizyon arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmıştır. İyi ve kötü arasındaki çatışma, rüya ve gerçeklik arasındaki sınırların bulanıklığı gibi temalar sık sık incelenmiştir. Özellikle dizideki “Black Lodge” ve “White Lodge” dualitesi incelemelerde ve akademik yazılarda yoğun bir şekilde ele alınmıştır. Dizi, insanların içsel karanlığına ve küçük kasaba imajının ardındaki sır ve suçlara odaklanır. Laura Palmer, bir sembol olarak, adeta Amerikan banliyö kültürünün karanlık yanlarını temsil eder. İlk sezonunun başarısının ardından Laura’nın cinayetinin çözülmesi ikinci sezonda bir nebze izleyici ilgisini azaltmış olsa da orijinal karakterleri, doğaüstü unsurları ve etkileyici final bölümü büyük övgüler almış, Twin Peaks bir efsane haline gelmiştir.
Orijinal ve Tuhaf Karakterler
Twin Peaks‘i bir efsane haline getiren atmosferi olduğu kadar orijinal ve tuhaf karakterleridir. Dizinin merkezinde yer alan FBI ajanı Dale Cooper (Kyle MacLachlan), zeki, nazik ve biraz da saf bir yapıya sahip olup sıra dışı yöntemlerle çalışmaktadır. Özellikle sütsüz, şekersiz sert kahveye ve vişneli turtaya olan tutkusu ile akıllara kazınmıştır. Cooper’ın ölümünü araştırdığı Laura Palmer (Sheryl Lee) ise dışarıdan masum ve mükemmel görünen bir genç kız iken uyuşturucu bağımlılığının ve karanlık sırların pençesinde bir karakterdir. Laura, kasabanın karanlık doğasının bir sembolü haline gelmiştir.
Laura’nın babası Leland Palmer (Ray Wise), kederden deliliğe sürüklenen bir baba figürüdür. Ancak, dizinin korkunç tarafı olan, içindeki doğaüstü varlık Bob (Frank Silva) tarafından kontrol edilmesi şok edici olaylara yol açar ve dizinin plot twist’i haline gelir. Bob, Black Lodge’dan gelen şeytani bir ruh olarak hem Leland’ı hem de kasabanın diğer üyelerini etkisi altına alır.
Kasabanın asi ve büyüleyici genç kadını Audrey Horne (Sherilyn Fenn), babası Benjamin Horne’un gölgesinde kendi yolunu aramaktadır. Audrey’nin ajan Cooper’a olan ilgisi ve Laura’nın sırlarını çözme çabası, onu dizinin en ikonik karakterlerinden biri haline getirir.
Kasabanın tuhaf ancak bilge figürü The Log Lady (Catherine E. Coulson), elindeki kütükle ruhani bağlantılar kurduğunu iddia eder ve zaman zaman bilgiler verir. Log Lady’nin gizemli ve mistik tavrı, dizinin doğaüstü havasını güçlendirir. Donna Hayward (Lara Flynn Boyle), Laura’nın en yakın arkadaşı olarak onun sırlarını ortaya çıkarmaya çalışır. Laura ile önemli bir bağlantı noktasıdır.
Ev sahipliği yaptığı daha pek çok karakterden en ilgi çekici olanı ise kendini bir cameo haline getiren David Lynch‘in canlandırdığı FBI Bölge Müdürü Gordon Cole karakteridir. İşitme cihazı kullanan Gordon, dizinin mizahi ve samimi yönünü destekler. Lynch’in kendisinin oynadığı bu karakter, yüksek sesle konuşma alışkanlığı ve etkileyici kişiliğiyle unutulmaz bir iz bırakır.
Bu karmaşık, çarpıcı, tuhaf ve orijinal karakterler, Twin Peaks‘in sadece bir dizi değil, bir fenomen haline gelmesini sağlamıştır. Her bir karakter, David Lynch ve Mark Frost‘un yarattığı bu karanlık, tuhaf ve derin evrenin ayrılmaz bir parçasıdır.
Efsane Dizilerin Öncüsü
Twin Peaks, kendi başına bir efsane olmakla kalmaz ve birçok başka efsane televizyon dizisine ilham kaynağı olur. Özellikle 1993 yapımı bir diğer kült tv dizisi olan The X-Files‘ın en büyük çıkış noktalarından birisi olduğu iddia edilir. The X-Files, FBI ajanları Dana Scully ile Fox Mulder’ın doğaüstü ve gizemli olayları çözmesini konu alır ve bu konsept doğrudan Twin Peaks’in FBI ajanı Dale Cooper üzerinden kurduğu formülden izler taşır. Twin Peaks’in doğaüstü atmosferi, rüyayı andıran sekansları ve küçük kasaba gizemleri, The X-Files’ın birçok bölümünde de kendini hissettirir.
The X- Files‘ın Mulder’ı David Duchovny, Twin Peaks’te transeksüel bir FBI ajanı olan Denise Bryson karakterini canlandırmıştır. Bu deneyimin Duchovny’nin daha sonra Fox Mulder karakterini oynadığı The X-Files için bir ön hazırlık olduğu söylenir. Doğruluğu net olarak bilinmese de Duchovny‘nin iki rolde de harikalar yarattığı ve özellikle efsaneleşen Fox Mulder rolü için biçilmiş kaftan olduğu bir gerçek.
Twin Peaks’in Angelo Badalamenti imzalı tema müziği ve atmosfer yaratmadaki başarısı, The X-Files’ın Mark Snow tarafından yapılan ürpertici müziğine ilham olmuş olabilir. Her iki dizi de müziği, gerilim oluşturmanın temel bir unsuru olarak kullanmıştır. Twin Peaks‘in müzikleri dışında en etkileyici alametifarikaların birisi ise yine yakın zamanda kaybettiğimiz Julee Cruise‘un şarkıları olmuştur. Öyle ki Twin Peaks ne kadar bu dünyaya ait gözükmüyorsa Cruise‘un parçaları da bir o kadar dünya dışı güzellikte karşımıza çıkmaktadır. Rahatsız edici atmosferi desteklemekle birlikte adeta astral bir boyut yaratmaktadır.
İki dizi arasındaki en büyük benzerlik ise tabii ki iki dizide de doğaüstü unsurların varlığı olmaktadır. The X-Files direkt olarak doğaüstü ve metafizik peşinde koşan ajanları konu alırken Twin Peaks ise bir nevi karanlık bir kasabanın doğaüstü güçlerin pençesindeki mücadelesini işlemektedir. Ancak Twin Peaks hiçbir zaman doğaüstü unsurları konusunda net ve açık olmaz. Bütün Lynch filmlerinde olduğu gibi bilinmez bırakır ve bir sonuca ulaştırmaz.
Twin Peaks‘in etkisinin The X-Files ile sınırlı kalmayıp Buffy the Vampire Slayer, Stranger Things, True Detective ve Lost gibi pek çok başarılı doğaüstü konulara değinen diziye yansıdığı söylenmektedir.
Twin Peaks, rüya ile gerçek arasındaki çizgiyi bulanıklaştırarak hikâye anlatıcılığında devrim yaratmış, pek çok yeni dizinin önünü açmıştır. Karakterleri, atmosferi, doğaüstü unsurları ve absürt mizahıyla, yalnızca bir dizi değil, bir sanat eseri hâline gelmiştir. David Lynch’in sürreal vizyonu ve Mark Frost’un keskin hikâye anlatımı sayesinde, Twin Peaks, bugün hâlâ televizyon tarihindeki en etkileyici yapımlardan biri olarak hatırlanıyor. “Laura Palmer’ı kim öldürdü?” sorusu çözüldü belki, ama Twin Peaks’in bıraktığı iz, zaman içinde büyümeye devam ediyor.
Buğra Mert Alkayalar‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar