Jordan Peele, bir şeyi başardıysa o da yıllardır ekranlarda bir çok kez izlediğimiz ırkçılık temasını korku janrasına yepyeni bir modelde oturtmasıdır. Onun korkuya olan yaklaşımı, psikolojik ve etnik olarak yeni bir anlatım dilini doğurdu. Kendisinin yönetmenliğini yaptığı Get Out ve Us, son yılların çok konuşulan ve beğenilen korkularından ikisi. Bu iki filmin de en belirgin özellikleri başrollerinin siyahi olması ve çevreleri bembeyaz bir evrende nereden geleceği belli olmayan tehditler ile mücadele etmeleri. Özellikle son 10 senede, ırkçılığın ve köleliğin korkunç yanlarına eksiksiz ve filtresiz bir bakış sunan birçok film izledik. Bunların bazıları Oscar aldı. Fakat gördüğümüz kadarıyla bu anlatım türü değişiyor ve artık üçüncü şahısların yaşattığı hikayeler bir köşeye bırakılıyor. Bunun yerine tekil şahısların içlerinde biriken korkudan ötürü kendilerine verdikleri zararlar anlatılıyor. Geçen yıl vizyona giren His House bu türün başarılı örneklerinden biri. Them de, bu yeni yaklaşım biçiminin en yeni ve bence şu ana kadarki en başarılı örneğidir.
Kısaca konusuna değinelim… 50’lerde birçok siyahi vatandaş, ekonomik buhran sebepli doğudan batıya göç edip daha güvenli olacağına inandıkları şehirlere taşınmışlardır. Emory ailesi de bu ailelerden sadece biridir. Aile, North Carolina’da tamamı beyazlardan oluşan bir semte taşınarak yeni başlangıç yapmak ister ama farkında olmadan içinde hapsolacakları bir kabusun içine girmişlerdir. Emory ailesi semti ve evi ne kadar beğense de semttekilerin hiçbiri onları istememektedir. Bu gerginlik de Emory ailesi ile semt ahalisi arasında bir mücadele başlatır.
Bir zamanların efsane şarkıcılarından biri olan Nate King Cole, 48’de Los Angeles’da sadece beyazların yaşadığı bir mahalle olan Hancock Park’ta ev satın alır. Dönemin en meşhur şarkıcılarından biri olsa da teninin rengi kim olduğunun önüne geçmiş ve o evde yaşadığı süre boyunca mahalledekiler tarafından rahatsız edilmiştir. Hatta KKK evinin önüne yanan haç bile bırakmıştır. Sadece mahalleli değil, eyalet sistemi de onu evden çıkarmak içi büyük bir mücadele vermiştir.
Them, tam olarak bunu anlatıyor. Emory ailesi, mahallenin ırkçı ev hanımlarının gazabına uğrar. Kocaları işteyken Emory ailesiyle uğraşmayı hobi belleyen bu kadınlar, kendileri işin içinden çıkamayınca kocalarını pişpikleyerek olayların büyümesine sebep olurlar. Ve bu baskı durumu Emory ailesi üzerine kabusların çökmesine sebep olur. Öyle ki aile baskıyı kaldıramayıp artık mahallenin kadınları dışında başka “varlıklarla” da boğuşmaya başlar.
İlk paragrafta bahsettiğim üçüncü şahıslar ve tekil şahıs ayrımı burada başlıyor. Ev kadınları üçüncü şahıslar olarak dışarıdan aileye ırkçı yaklaşımlarda bulunuyorlar. Ama dizi aynı zamanda tekil şahısların da yarattığı sorunlara odaklanıyor. Öyle ki dizi boyunca Emory ailesinin tüm fertlerinin üstüne çökmeye çalışan kabus, onların kendi iç korkularından başka bir şey değildir. Attıkları her adımda yaşadıkları “acaba” korkusu sonunda “acabaların” içini kendilerinin doldurmasına sebep olur. Duydukları, gördükleri, yaşadıkları her şeyi negatif algılayan aile, ırkçılığı oldukça derin bir şekilde içselleştirip kendilerine düşman bir “kişilik” oluşturuyor. Ailenin her ferdinin kendisini avlamaya başlayan kişisel korkuları, daha ilk bölümden bir bedene bürünerek hepsine kabus gibi çöker.
Dizinin en başarılı kısmı da, ırkçılığın kabul edilmeye doğru gittiği evre. Edilen hakaretler, dayatılan kurallar ve yönlendirilen ithamlar sonrası karakterlerimiz “acaba biz gerçekten dedikleri miyiz” paranoyasına yakalanıyor. Bu paranoya da dizi tarihinde eşi benzeri olmayan bir karakteri doğuruyor: Da Tap Dance Man. Dışarıdan gelen saldırılara karşı mücadele eden aile bir taraftan da kendi içlerinde korkular ve acabalar ile mücadele ederek bazen kendilerine atfedilen tüm o dayatmaları kabul etme noktasına geliyorlar. Ki bu yaklaşım şu ana kadar gördüğüm en başarılı ırkçılık yorumlamasıdır. 2021 yılında yaşayan bizler için belki de artık söylenenleri ciddiye almamak kolay olsa da 50’lerin Amerika’sında, ırkçılığın çukurunda söylenenlere bir kere bile “acaba” demek bir bataklığa batmanıza sebep olabilir.
Them, sadece anlatmaya çalıştıklarıyla değil bunu nasıl anlattığıyla da ön plana çıkıyor. Burada işte Jordan Peele’nin etkilerini görebiliyoruz. Müziklerinden çekimlerine, oyunculuktan efektlerine kadar dizideki her şey oluşturulan paranoya ortamını harika bir şekilde destekliyor. Aynı zamanda dizi 9. bölümde yaptığı zamanda yolculuk ile eşi benzeri olmayan bir vahşete imza atarak izlerken gerim gerileceğiniz bir bölüm sunuyor.
Sözün özü… Bir yalan çok fazla söylendiğinde ona inanmaya başlarız. Size bir cümle sürekli dayatıldığı zaman, inanmasanız bile bir “acaba” dersiniz, kendinizi sorgularsınız. İşte bu acaba sorusunu sorup sorgulamaya başladığınız anda içinden çıkamayacağınız bir karanlığa düşebilirsiniz. Emory ailesi hem üçüncü şahıslar ile klasik ırkçılık mücadelesi veriyor hem de onların artık dayatmalarına dayanamayıp kendilerini sorguluyor. Kendileri ile barışık olarak geldikleri yeni evlerinde, kökenleri ile bir mücadeleye giriyorlar. Korkularından bir beden doğuruyorlar ve korkularının onları yönlendirmesine izin veriyorlar. En büyük savaş zaten kendimizle verdiğimiz savaştır. Bu savaşı 1950’lerin Amerika’sında bir siyahinin verdiğini düşünürsek, kazanması oldukça zor bir savaş diyebiliriz. Little Marvin’e teşekkürler, bu savaşı muhteşem bir psikolojik gerilime çevirerek 2021 yılında yapılmış bana göre en iyi diziye imza atmış. Hatta abartıyorum, ileride değerini daha iyi anlayacağımız bir yorumlamayı bize kazandırmış.
Yorumlar