0

Guillermo del Toro’nun Frankenstein uyarlaması, sinemanın gotik kalbinde atan en derin damarlardan birine dokunuyor. Mary Shelley’nin 1818 tarihli klasik romanı, yüzyıllar boyunca sayısız kez yeniden yorumlandı; kimi sadık kaldı, kimi radikal biçimde dönüştü. Fakat del Toro’nun elinde hikâye, hem köklerine sadık kalıyor hem de yönetmenin sinemasına özgü bir şekilde “canavarın insan, insanın canavar olduğu” anlayışını en olgun hâliyle ortaya koyuyor. Netflix yapımı bu yeni Frankenstein, bir yeniden anlatımdan çok, Guillermo del Toro’nun tüm filmografisini yansıtan bir itiraf niteliğinde. Ölüm, yaratım, baba-oğul ilişkileri ve Tanrı kompleksinin gölgesinde geçen bu film, kalbimizi ve midemizi sarsacak kadar cesur, duygusal olarak da fazlasıyla incelikli.Frankenstein Film İncelemesi Arakat Mag 2025 Filmekimi Netflix Guillermo del Toro Oscar Isaac Jacob Elordi Christoph Waltz

Ölümün Kıyısında Başlayan Hikâye

Film, Shelley’nin romanına sadık biçimde Kuzey Kutbu’nda başlıyor. Donmuş denizin ortasında, bir Danimarka keşif gemisinin mürettebatı, ufukta beliren bir alevi fark ediyor. Bu alev, insanın bilgiye olan açlığının sembolü gibi yanarken, kurtardıkları kişi —ölmek üzere olan Victor Frankenstein (Oscar Isaac)— beraberinde insanlığın en karanlık hikâyelerinden birini getiriyor. Fakat del Toro, romanın girişini bir çerçeve gibi değil, aynı zamanda hikâyenin tematik özeti hâline getiriyor. Bu donmuş coğrafya, soğuk, ölü, ama içinde hâlâ bir parça ateş barındıran Victor’un iç dünyasının bir yansıması.

Kaptan Anderson’ın (Lars Mikkelsen) gemisine getirilen Victor, ölümle yaşam arasındaki ince çizgide, hem bedensel hem ruhsal olarak tükenmiş bir hâlde. Ancak bu kurtuluş, ironik biçimde onun sonunu daha da hızlandıracak. Del Toro burada klasik korku öğelerini (karanlık, bilinmez, doğaüstü) bir varoluş hikâyesiyle harmanlıyor. Victor’un kurtuluşu aslında bir lanetin başlangıcı. Birkaç dakika sonra gemi, buzların arasından çıkan, bağıran, insan formuna bürünmüş bir yaratığın (Jacob Elordi) saldırısına uğruyor. Bu sekans, del Toro’nun görsel tiyatrosunun tipik bir örneği: hem devasa, hem de samimi ölçüde kişisel.

Film bu noktadan sonra ikiye ayrılıyor. Önce Victor’un, sonra yaratığın anlatımına geçiliyor. Bu yapı, Shelley’nin romanındaki çift bakışlı anlatımın sinematik karşılığı. Victor’un versiyonu, Tanrı’ya kafa tutan bir bilim insanının trajedisiyken; yaratığınki, varoluşunu en çıplak hâliyle aktaran bir insanlık masalı. Guillermo Del Toro, iki bakış açısı arasında geçiş yaparken, kim haklı kim suçlu sorusunu izleyiciye bırakıyor.

Bu ilk bölümde del Toro’nun atmosfer kurmadaki ustalığı hemen fark ediliyor. Dan Laustsen’in sinematografisi, beyazın içinde kaybolan karanlık tonlarla bir tür şiir yazıyor. Alexandre Desplat’nın müziği ise hem hüzünlü hem de yüce. Buzun altında yankılanan çello notaları, adeta Victor’un kalbinin atışları gibi.Frankenstein Film İncelemesi Arakat Mag 2025 Filmekimi Netflix Guillermo del Toro Oscar Isaac Jacob Elordi Christoph Waltz

Tanrı Kompleksi ve Victor Frankenstein’ın Çöküşü

Victor Frankenstein, del Toro’nun elinde bir bilim insanından daha fazlası. Çünkü yönetmenin filmlerinde yer alan tüm erkek karakterlerinin mirasçısı: kırılgan, öfkeli ve kendini Tanrı sanan bir adam. Annesinin ölümünden sonra içine kapanan, babası (Charles Dance) tarafından duygusal olarak istismar edilen Victor, ölüm fikrine takıntılı hâle geliyor. Onun için ölüm, aşılması gereken bir engel; işin doğası veya etikliği umurunda değil, çünkü her şey meydan okumadan ibaret.

del Toro burada klasik “yaratım” temasını bir tür travma analiziyle buluşturuyor. Victor’un laboratuvarında yaptığı her deney, aslında babasına bir isyan, annesinin kaybına da bir ağıt. Ölüyü diriltme arzusu, hayatın acımasızlığını kontrol etme çabasına dönüşüyor. Oscar Isaac’in performansı, bu karmaşık psikolojiyi olağanüstü incelikte yansıtıyor. Onun Victor’u, aynı anda hem büyüleyici hem de tiksindirici. Çılgın bir sanatçı gibi davranıyor, elleriyle yaşam yaratırken, aslında kendi ölümünü hazırlıyor.

Tümden bakıldığında ise del Toro’nun Frankenstein’ında “yaratıcı” figürü, erkekliğin güç ve kontrol saplantısına karşı bir eleştiriye de dönüşüyor. Victor’un laboratuvardaki tutkusu, rasyonel bir bilimin değil, duygusal bir yoksunluğun ürünü. Bu noktada yaratım, fallik bir üstünlük göstergesi olmaktan çıkıp, narsistik bir savunma mekanizmasına dönüşüyor. del Toro, erkekliğin kırılgan doğasını ifşa ederken, Victor’un Tanrı olma arzusunu aslında sevgiden, aidiyetten ve kayıptan doğan bir boşlukla ilişkilendiriyor. Böylece film, “yaratma”yı bir güç gösterisinden çok, varoluşsal bir çaresizlik biçimi olarak yeniden tanımlayan bir noktaya gidiyor.

Öbür yandan del Toro, Victor’un karakterini anlamamız için sahne tasarımına da büyük önem veriyor. Tamara Deverell’in gotik prodüksiyon tasarımı, Victor’un zihninin fiziksel bir uzantısı gibi. Her köşesi çatlak, her makine bir organ gibi titreşiyor. Bu laboratuvar, “bilim” değil; deliliğin mabedi. Ve bu mabedde her şey mübah.

Christoph Waltz’ın canlandırdığı Heinrich Harlander karakteri, Victor’un bir nevi “iblis destekçisi”. Onun parası, Victor’un saplantısına güç veriyor. Böylece film, bireysel çılgınlık ile endüstriyel ahlaksızlık arasında bir köprü kuruyor. Frankenstein, artık tek bir adamın hatası değil, insanlığın da kolektif suçu.Frankenstein Film İncelemesi Arakat Mag 2025 Filmekimi Netflix Guillermo del Toro Oscar Isaac Jacob Elordi Christoph Waltz

Yaratığın Doğuşu ve İnsanlığın Çıplak Gerçeği

Yaratığın (Jacob Elordi) ilk kez gözlerini açtığı sahne, modern korku tarihine geçecek kadar şiirsel. Guillermo del Toro, Shelley’nin “It’s alive!” çığlığını değil, sessizliği seçiyor. Yaratığın ilk nefesi, hem korku hem mucize dolu. Elordi’nin uzun, zarif fiziği, yaratığa hem tehdit hem masumiyet kazandırıyor. del Toro, canavarına klasik Hollywood’un groteskini değil, varoluşun kırılganlığını yüklüyor. Bu yaratık konuşmakta zorlanıyor, ama gözleriyle bütün bir roman yazabiliyor. Elordi’nin performansı —özellikle sessiz sahnelerde— yaratığın acısını, anlam arayışını ve yalnızlığını olağanüstü bir zarafetle yansıtıyor.

del Toro’nun sinemasında “canavar” her zaman insandan daha insancadır. The Shape of Water’daki yaratık gibi, burada da yaratığın bedeni bir metafor görevinde. Toplumun reddettiği, sevginin dışında bırakılan her şeyin vücut bulmuş hâli. Yaratık, Victor’un “kusurlu” gördüğü yanlarımızı taşıyor. O yüzden hem korkutucu hem de acı verici derecede tanıdık.

Elizabeth’in (Mia Goth) yaratığa yaklaşımı, filmin duygusal merkezini oluşturuyor. del Toro, burada bir aşk hikâyesi anlatmıyor aslında; anlayışın ve merhametin gücünü sunuyor. Elizabeth, yaratığa “Canını kim yaktı?” diye sorduğunda, buradaki acının fiziksellikten çok öte olduğunu direkt olarak anlıyoruz, bu da zaten aslında filmin ana çekirdeği gibi. İnsanlık yaratığı çok kez yaraladı, ama onu asıl öldüren şey sevgisizlikti.Frankenstein Film İncelemesi Arakat Mag 2025 Filmekimi Netflix Guillermo del Toro Oscar Isaac Jacob Elordi Christoph Waltz

Baba, Oğul ve Yaratıcı ile Ayna Motifinin İzinde

Guillermo del Toro’nun Frankenstein’ında en belirgin tema “babalık”. Victor’un babasıyla olan travmatik ilişkisi, yaratığıyla olan ilişkisini doğrudan şekillendiriyor. Charles Dance’in soğuk ve buyurgan karakteri, Victor’un kendi yaratığında tekrar eden bir lanetin sembolü. Victor, önce “birey” yarattı, sonra da onu lanetledi.

Film boyunca aynalar, yansımalar ve çift imgeler bolca kullanılıyor. Victor laboratuvarda yaratığına bakarken, aslında kendi çürümüş ruhunu görüyor. Dan Laustsen’in ışık tasarımı, bu temayı güçlendiriyor: Victor ve yaratık çoğu zaman aynı kadrajda, ama farklı gölgelerde duruyorlar. Böylece bilinçli olarak yapılan “yansıma” biçimi çok iyi aktarılıyor.

del Toro’nun baba-oğul teması, Pan’s Labyrinth’ten Nightmare Alley’e uzanan bir çizgide devam ediyor. Burada, “yaratım” hem bir sevgi eylemi hem bir nefret patlaması. Victor’un yarattığı varlık, aslında sevgiden mahrum büyüyen bir çocuğun çığlığı. Bu yönüyle film, dini bir alegoriye de dönüşüyor: Tanrı’nın insana verdiği özgür irade, sonunda O’na meydan okuyor.

Film, baba figürünü yalnızca Victor’un babasıyla sınırlamıyor; toplumu, bilimi, Tanrı’yı da bu “otorite” zincirine dahil ediyor. Her baba, bir gün kendi oğlunun canavarı oluyor. Carl Jung’un da dediği gibi: “Baba, oğulda hem tamamlanması hem de yok edilmesi gereken bir imge olarak yaşamaya devam eder.”

Bu noktada psikanalitik açıdan bakıldığında, del Toro‘nun Frankenstein‘ı, bastırılmış baba figürünün ve bilinçdışının çatışmasını görünür kılmakta. Victor’un yaratma takıntısı, Jung’un “gölge” arketipinin bir dışavurumu gibi; baba otoritesine duyulan öfke, yaratık aracılığıyla bedenleşir. Yaratık ise Victor’un bastırdığı ve özdeşleştiği yönlerin toplamıdır. Bu bağlamda, film yalnızca Tanrı kompleksi üzerine değil, bireyin kendi karanlık yönüyle yüzleşmesinin kaçınılmazlığı üzerine de bir anlatı kuruyor. Victor’un canavarından kaçışı, aslında kendi içsel parçalanmış benliğinden de kaçışı; çünkü yaratık, onun bastırılmış arzularının ve suçluluk duygusunun somutlaşmış hâli.Frankenstein Film İncelemesi Arakat Mag 2025 Filmekimi Netflix Guillermo del Toro Oscar Isaac Jacob Elordi Christoph Waltz

Gotik Sanatın Doruk Noktası

Del Toro’nun Frankenstein’ı, teknik açıdan inanılmaz iyi. Prodüksiyon tasarımı, 19. yüzyıl Edinburgh’unu ölümle yaşam arasında kalmış bir kabus gibi resmediyor. Laboratuvar sahneleri, resmen bir sanat galerisi gibi kurgulanmış; paslı metal, solgun mum ışığı ve kanın kırmızısı mükemmel bir kontrast oluşturuyor.

Tamara Deverell’in yarattığı setler, kabus ve rüyayı birleştiriyor gibi. Victor’un kulesi, gotik mimarinin hem erotizmini hem çürümüşlüğünü taşıyor. del Toro, mekânları karakterleştiriyor: duvarlar nefes alıyor, tavanlar çöküyor, makine kolları birer organ gibi titreşiyor. Tüm bunlar fazlasıyla etkileyici ve çekici.

Desplat’nın müzikleri ise bu görsel büyüyü tamamlıyor. Özellikle yaratığın doğuş sahnesinde çalan yaylılar, insanlık tarihinin bütün trajedisini anlatıyor sanki. Filmin ses tasarımı da dikkat çekici; kalp atışı, makine sesi, fırtına uğultusu sürekli birbirine karışarak bir “canlanma senfonisi” yaratılıyor. del Toro CGI’a minimal biçimde başvuruyor; çoğu efekt pratik yöntemlerle yapılmış. Bu tercih, filmi büyük ölçüde organik bir dokuya kavuşturuyor. Tek zayıf halka olarak CGI kurtlar düşünülebilir fakat o anlar fazlasıyla iyi yansıtıldığı için pek bir sorun teşkil etmiyor. Böylelikle filmin genel büyüsü bozulmuyor.Frankenstein Film İncelemesi Arakat Mag 2025 Filmekimi Netflix Guillermo del Toro Oscar Isaac Jacob Elordi Christoph Waltz

Merhametin Anatomisi

Guillermo del Toro, kariyeri boyunca “öteki”yi merkeze koydu. Frankenstein ise bu temayı doruğa çıkarıyor. Film, kim canavar kim insan sorusunu defalarca tersyüz ediyor. Victor’un kibri, yaratığın öfkesinden çok daha yıkıcı. Elizabeth’in şefkati ise her iki erkek karakterin trajedisini aşan tek gerçek duygu. Mia Goth, rolüne hem zarafet hem melankoli katıyor. Elizabeth, filmdeki tek ışık kaynağı gibi. Onun varlığı, hem Victor’un kıskançlığını hem yaratığın umudunu besliyor. del Toro, bu üçlü dinamiği bir aşk üçgeninden öte, bir ruhsal savaş hâline getiriyor. Savaşın bir kazananının olup olmadığı ise muamma.

Filmin son bölümleri, klasik Frankenstein mitinin ötesine geçiyor. Burada ölüm bir son değil, bir teslimiyet biçimi. Yaratık, nihayetinde bir yandan kurban, diğer yandan ise katil olduğunu kabul ediyor. del Toro’nun final sahnesi, sessiz ama yıkıcı: karlar içinde kaybolan, güneşe doğru yürüyen bir siluet, insanlığın en nihai yansıması gibi.

Frankenstein’ın merkezinde şu soru var: “Yaratmak mı daha korkunç, yoksa reddetmek mi?” del Toro, bu soruyu yanıtlamıyor. Çünkü yanıtın kendisi, insan doğasının içinde gizli. Guillermo del Toro’nun Frankenstein’ı, sinemada artık nadir rastlanan türde bir film: büyük ölçekli, derinlikli ve epik bir korku anlatısı. Film, gotik melodramla bilimkurguyu, mitolojiyle psikolojiyi, korkuyla şefkati ustaca harmanlıyor.

Oscar Isaac ve Jacob Elordi’nin performansları, iki uçta duran bu karakterlerin insaniliğini ortaya çıkarıyor. Desplat’nın müziği, Laustsen’in sinematografisi ve Deverell’in üretken tasarımıyla birleşince ortaya büyüleyici bir deneyim çıkıyor. Kısacası, Frankenstein için, del Toro’nun sinemadaki “insan olma” manifestosu diyebiliriz. Ölüm kadar soğuk, merhamet kadar sıcak bir film. Ve tıpkı yaratığın ilk nefesi gibi, izleyicinin kalbinde uzun süre yankılanacak bir çığlık bırakıyor.


Ferit Doğan‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.

Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.

The Disappearance of Josef Mengele: Bitimsiz Öfkenin Soykırımı

La Grazia: Zamanımız Kime Ait?

Ferit Doğan
Yüksek Lisans öğrencisi (Radyo, Televizyon ve Sinema). Film eleştirmeni. Senaryo yazarı. Yönetmen.

The Disappearance of Josef Mengele: Bitimsiz Öfkenin Soykırımı

önceki yazı

The Woman in Cabin 10: Bir İç Hesaplaşmanın Kefareti

sonraki yazı

Yorumlar

Yorumlar kapatıldı.

Bunlar da ilginizi çekebilir