Sinemada anlatı dilinin her yıl biraz daha değişmesiyle beraber kült filmlere olan hayranlığımız artıyor. Bunu özellikle son Oscar töreninde yoğun bir şekilde hissettim. Ne kazanan filmler ne de aday olan diğer filmler arasında çok kötü olduğunu düşündüğüm bir film yok. Ancak geçmiş yıllarda Oscar’da yarışan filmlerle kıyaslayınca günümüzde üretilen filmlerin görece daha “geçici” olduklarını düşünmekten de kendimi alamıyorum. Ancak son birkaç yılda belki de Perfect Days ve The Girl With the Needle’dan bu yana yıllar sonra bile hatırlanacağını düşündüğüm bir film var: Grand Tour.
Grand Tour, Portekizli yönetmen Miguel Gomes’in son filmi. Telmo Churro ve Maureen Fazendeiro ile beraber yazdığı senaryo 100 yıldan daha uzun bir süre öncesinde geçen bir aşk öyküsünü anlatıyor. 77. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye adayı olan film her ne kadar bu ödülü alamasa da aynı festivalde Gomes’e en iyi yönetmen ödülünü getirdi. Grand Tour seyircisini ikiye bölecek türden bir film. Eğer sevenlerden biri olursanız filmin neden en iyi yönetmen ödülü aldığını da hızlıca kabul edersiniz diye düşünüyorum.
Belgesel Tadında Bir Kaçma Kovalama
Grand Tour, 1917 yılında geçen bir kaçış ve takip hikâyesi olarak başlıyor. İngiliz devlet memuru Edward (Gonçalo Waddington), Burma’da nişanlısı Molly (Crista Alfaiate) ile evlenmek üzereyken aniden ortadan kaybolur. Bu kaçış, yalnızca bir evlilikten değil, aynı zamanda Batılı kimliğinden ve görevlerinden de bir uzaklaşmadır. Edward’ın Asya boyunca süren yolculuğu; Tayland, Japonya, Hindistan gibi farklı coğrafyalarda dolaşırken zaman, mekan ve gerçeklik duygusu giderek belirsizleşir.
Film, klasik anlatı çizgisinden uzak bir yapıya sahiptir. Gerçek belgesel görüntüleri ile kurgusal sahneleri iç içe geçirerek hem tarihsel bir panorama sunar hem de izleyiciyi anlatının bir parçası haline getirir. Sessiz sinema estetiğinden beslenen anlatım dili, görsel ifadeye öncelik tanır. Edward’ın peşinden yolculuğa çıkan nişanlısı Molly ise hikâyeye farklı bir boyut kazandırır; bu takip, birleşmeden çok uzaklaşmanın bir simgesidir.
Grand Tour, kamera hareketleri, renkli ve siyah beyaz sahneleri, müzikleri, sürekli değişen dış sesi ve kullandığı ses efektleriyle belgesel türünün kodlarının tastamam işlediği bir film. Ancak olaylara, karakterlere ve anlatı yapısına bakınca da belgesel demek mümkün değil. Tam adını koymak için docudrama demeye kalkışmak ise fazla iyi niyetli ve zorlama bir hareket olur. Grand Tour tüm kafa karıştıran unsurlarına rağmen kurgusal bir film.
Nostalji, Bellek ve Melankoli
Sinema tarihi birbirine benzeyen, birbirini andıran filmlerle doludur. Çoğu zaman bir filmi izlerken bir başka filmi anımsamak da kaçınılmaz olur. Bu filmi izlerken gözümün önüne sürekli Pawel Pawlikowski’nin Cold War filmi geldi. O da bir aşk filmiydi ve siyah beyazdı. Hatta Cold War da ayrı kalan iki sevgilinin hikayesini anlatıyordu. Ancak iki film arasında bir fark var. Cold War mecburen ayrı kalan iki sevgiliyi anlatırken Grand Tour birinin diğerini terk etmesiyle başlayan bir ayrılığı anlatıyor. İki film de sevgililerin ayrılığını ülkeler üzerinden anlatsa da Grand Tour, Cold War’un aksine birçok ülke ile anlatıyor bu durumu. Bu açıdan Grand Tour, Cold War’a kıyasla neredeyse bir yol filmi. Ancak bu filme tastamam bir yol filmi demek de açıkçası içimden gelmiyor.
Bu iki filmi birbirine benzettiğim noktalardan biri de nostalji ve bellek kavramlarını ele alış biçimleri oldu. Çünkü Grand Tour yüzeyde bir kaçış ve takip hikâyesi gibi görünse de, derininde zaman, bellek, temsil ve bakış gibi temaları işleyen katmanlı bir film olarak öne çıkıyor. Film, Edward ve Molly’nin ardışık ve zıt yönelimli yolculukları aracılığıyla hem bireysel hem de kültürel bir çözülme sürecini anlatıyor.
Edward’ın Doğu’ya doğru biçimsiz, kararsız kaçışı bana kalırsa Batılı bireyin yüzyıl başında Doğu’ya yönelen ilgisini ve bu yönelimin beraberinde getirdiği oryantalist bakışı temsil ediyor. Molly’nin onu takip eden arayışı ise hem bireysel bir aşk hikâyesini hem de ataerkil anlatının ters yüz edilmesini temsil ediyor. Unutmayın çoğu hikayede kaçan kız, kovalayan erkektir.
Belirsiz İki Epizot
Hikâyesini iki karakter üzerine kuran film, anlatı yapısını da ikiye ayırır. Filmin ilk yarısı Edward’a odaklanırken ikinci yarı daha çok Molly’e odaklanır. Filmin ilk yarısı Edward’ın zihinsel bulanıklığını ve yönsüzlüğünü yansıtan daha dağınık, ritmi düşük bir seyir sunar. İkinci yarı ise Molly’nin kararlılığıyla birlikte hareketlenen ve dramatik yoğunluğu artan bir kurguya evrilir.
Edward’ın her şehir değiştirdiğinde başka bir dış sesin Edward’a dair söyledikleri önemlidir. Sanki bu dış sesler ilgili coğrafyanın kendi halkından biridir. Bunları düşündüğümüzde Edward’ın yaşadığı şehirler onun için yalnızca mekânsal duraklar değildir. Aynı zamanda Batı’nın Doğu’ya dair tarihsel ilgisinin izdüşümleridir diyebilirim. Edward üzerinden kurulan bu yolculuk boyunca yönetmen Miguel Gomes, karakterin karşılaştığı yerel figürler aracılığıyla kolonyal belleğin izlerini, imparatorlukların çöküşünü ve Doğu’nun Batı bakışıyla anlamlandırılamayacak yapısını sorgular.
Molly odağında ilerleyen ikinci epizotta ise anlatı yalnızca biçimsel olarak değil, tematik olarak da bambaşka bir yöne evrilir. Edward’ın zihinsel çözülmeye, kaçışa ve amaçsızlığa dayalı yolculuğunun aksine, Molly’nin yolculuğu kararlılık, takip ve anlam arayışıyla örülüdür. Üstelik bu fark, yalnızca karakterin motivasyonunda değil, filmin temposunda, ritminde ve anlatı dilinde de kendini gösterir. Çünkü izlemesi sabır isteyen ilk epizotun aksine daha tempolu bir ikinci yarı vardır.
Özellikle klasik anlatı filmlerde özne olamayan kadın figürü bu filmde kırılmıştır. Bu açıdan bakıldığında Molly’nin karakteri de oldukça özgündür. Toplum içinde bayılma eğilimi, garip ve geveleyerek çıkan kahkahaları, epilepsiyi andıran ani duygu patlamaları, onun duygusal karmaşasını ve zihinsel derinliğini vurgular. Bu yönleriyle Molly, rasyonel ilerleyen bir dedektif figüründen çok, bedeninin ve duyularının da anlatıya dahil olduğu bir deneyim öznesi hâline gelir. Bu deneyimsel anlatı, Gomes’in klasik karakter gelişiminden uzak, daha şiirsel ve sezgisel sinema anlayışına denk düşer.
Deneysele Kaçan Teknik
Renkli sahnelerle başlayan Grand Tour kısa bir süre sonra siyah beyaza döner. Ancak bu da uzun sürmez yine renkliye döner. Özellikle Edward’ın gittiği ülkelerdeki folklorik ögelerin olduğu (örnekse kuklalar) renklidir. Miguel Gomes filmini hem biçimsel hem de içeriksel olarak bilinçli şekilde tersyüz eden, deneysel bir anlatım diliyle öne çıkarır. Yönetmenin sinema dili, belgesel ve kurmaca arasında gidip gelen melez bir yapıya dayanır.
Miguel Gomes’in bu deneysel görüntüleri alabilmek için üç kişilik bir görüntü yönetimi ekibiyle çalıştığını da söylemem gerek. Guo Liang, Sayombhu Mukdeeprom ve Rui Poças’dan oluşan bu ekip muhtemelen kendi aralarında yönetmenin istediği görüntüye göre bir görev dağılımı yapmış olsalar gerek.
Grand Tour’un kurgusuna bakınca da yine her şey “normal” ilerlemez. Her ne kadar hikayenin başı sonu belli gibi görünse de lineer bir hikaye anlatımı yoktur. Kurgucu Telmo Churro ve Pedro Filipe Marques parçalı ve yer yer döngüsel bir hikâye yapısı sunar. Burada adı geçen Telmo Churro’nun aynı zamanda senaristler arasında adının geçtiği dikkatinizi çekmiştir. Bu noktada filmin kolektif bir çalışmanın ürünü olduğu da aşikar.
Her yıl yaşanan “iyi bir sinema yılı mıydı” tartışmaları 2024 yılında da yaşandı. 2024’den çoktan çıkmış sinema seyircisinin geri dönüp baktığında “iyi film” olarak göreceği bazı filmler var. Bunlardan biri de bana kalırsa Grand Tour.
Grand Tour, alışıldık anlatı yapılarına yaslanmayan, izleyicisini pasif bir tüketici olmaktan çıkarıp görsel ve düşünsel olarak aktif bir katılımcıya dönüştüren bir film. Miguel Gomes’in sunduğu bu şiirsel, deneysel ve kavramsal sinema dili, kendi yılının diğer filmlerine kıyasla izleyiciye bambaşka bir bakış açısı sunuyor.
Can Ahmet Çelik‘ın diğer yazılarına bakmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar