Yeni Şafak Solarken ve Gece Babamızı Ararken filmlerinde yardımcı yönetmen olarak tanıdığımız Sunay Terzioğlu, ilk uzun metrajı Bağlar, Kökler ve Tutkular ile seyirci karşısına çıkıyor. Dünya prömiyerini Antalya Film Festivali’nde yapan film, yalnızca göçmenlik meselesine değil; aidiyet, köklerinden kopma, tutunamama ve kendine bir yer açma çabasına odaklanan çok katmanlı bir anlatı sunuyor. Senaryonun Ferit Karahan tarafından yazılmış olması ise filmin duygusal ve tematik omurgasına ayrı bir ağırlık kazandırıyor.
Terzioğlu’nun kurduğu dünya, Suriyeli Hazel, Afgan Khalid ve Kürt Hamza’nın kesişen hikâyeleri üzerinden şekilleniyor. Film, bir mülteci kazasıyla açılıyor ve hayatta kalmayı başaran üç karakterin yaşamlarına parçalı bir yapı içinde yaklaşmayı tercih ediyor. Bu fragmanlı kurgu, göçmenlik deneyiminin yarım kalmışlıklarla dolu ruh hâlini yansıtırken; kimi zaman anlatının ritmini geç bulan bir kolaj estetiğine de bürünüyor. Belgesel ile kurmaca arasında salınan ton, film boyunca hem bir gözlemci mesafesi hem de karakterlerin iç dünyasına yaklaşan bir sıcaklık yaratıyor.
Terzioğlu’nun yönetmenlik tercihleri kadar filmin tematik niyeti de dikkat çekici: Bağlar, Kökler ve Tutkular, göçmenliği yalnızca toplumsal bir sorun olarak değil, insanın kendine yer bulma mücadelesi, geçmişiyle hesaplaşması ve ait olamama hâli olarak ele alıyor. Filmdeki gündelik dışlanma anlarından yapısal ayrımcılığa, sessizce büyüyen mikro şiddetten fiziksel şiddetin sert yüzüne uzanan dramatik çizgi; karakterlerin görünmez yaralarını görünür kılma çabasının bir parçası.
Bu röportajda Sunay Terzioğlu, hem kendi göçmenlik deneyiminden beslenen kişisel motivasyonunu hem de filmin parçalı yapısını, karakterlerin dramatik yolculuklarını ve gerçeklikle kurmaca arasındaki estetik arayışını detaylarıyla anlatıyor. Filmin finalinde yer alan ve karakterleri coğrafi bir sınırın değil, hayatın eşiğinde bırakan sahne ise Terzioğlu’nun anlatısının kalbindeki soruyu daha da derinleştiriyor: Bir insan gerçekten nereye ait olabilir? Bu soru, film boyunca duyulan sessiz acıların da, hayata tutunmaya çalışan umudun da temel eksenini oluşturuyor.
Aşağıdaki söyleşi, Bağlar, Kökler ve Tutkular’ın hem yaratım sürecini hem de yönetmenin bakışını yakından görmemizi sağlıyor.

Köklerden Kopuşun ve Hafızanın İzinde
Bağlar Kökler ve Tutkular fikri nasıl doğdu? Bu hikâyeyi anlatma motivasyonunuz neydi?
Sunay Terzioğlu: “Bağlar, Kökler ve Tutkular” aslında yıllardır içimde biriken soruların, gözlemlerin ve tanıklıkların bir toplamı gibi… Her şey bir anda oluşmadı, bu hikâye zamanla demlendi. Bir göçmen mahallesinde büyümek, farklı aidiyetlerin, dillerin, kültürlerin iç içe geçtiği bir yaşamı deneyimlemek bende derin izler bıraktı. Çocuk yaşlarda başladım “Kim, neden burada?”, “Neden gidemiyor ya da neden dönemiyor?” gibi soruları sormaya.
Bu film, sadece göç üzerine değil, daha çok ait olamama, tutunamama, tutunmak için bazen köklerinden kopmak zorunda kalma halleri üzerine… Yani mesele salt politik değil; çok insani, çok kişisel. Göçmenlik meselesini işlerken, aslında herkesin bir şekilde yaşadığı o görünmez yabancılığı da anlatmak istedim. Bir yere ait olamamanın ya da ait olmak için kendinden vazgeçmenin ağırlığını. Ayrıca bu filmi yapma motivasyonum yalnızca bir şey anlatmak değildi bir hafıza bırakmak istedim. Gözümüzün önünde olup da çoğu zaman görmezden geldiğimiz hayatların, mekânsal ve duygusal sınırların, yersiz yurtsuzluğun bir kaydını tutmak istedim. Hikâyeyi bu kadar parçalı ve katmanlı kurmamın nedeni de bu: çünkü gerçeklik dediğimiz şey de çoğu zaman düz bir çizgi değil. Dağınık, çelişkili, yer yer flu… Film dili de bu çok katmanlı halin doğal bir yansıması oldu.
Film, göçmenlik temasını oldukça geniş bir gerçeklikten alıyor. Sizi özellikle bu insanların hikâyesine yönelten kişisel bir deneyim veya gözlem oldu mu?
Sunay Terzioğlu: Kendi hayatımda da bunun izlerini taşıyorum; en başta ben Bulgaristan, Kırcaali’de doğmuş sonrasında ailesiyle Türkiye, İzmir’e göç etmiş bir göçmenim. Bulgaristan’da başlayan bu yolculuk, sonrasında İzmir, İstanbul ve Londra’da göçmen mahallelerinde onların hayatlarıyla iç içe yaşamamla devam etti. Bu deneyimler, bana göçmenliğin ne demek olduğunu, sadece bir yer değiştirmekten çok daha fazlasını ifade ettiğini öğretti.
Filmde anlatılanlar, sadece belirli bir grubun değil, evrensel anlamda aidiyet, aidiyetsizlik, kimlik ve yaşam mücadelesinin hikayesi. Benim motivasyonum, bu insanların hikâyelerini olabildiğince samimi, tarafsız ve saygılı bir dille yansıtmak, görünür kılmak oldu. Kendi hayatımdan, çevremden ve bizzat yaşadığım deneyimlerden, duygulardan beslenerek, empati kurarak ilerledim. Bu hikâyeyi anlatmak, sadece bir film yapmak değil; aynı zamanda toplumda var olan önyargıları, sessiz kalan acıları ve ortak insanlık hallerini görünür kılma arzusuyla doğdu.
Senaryo sürecinde danıştığınız sosyolog, göç uzmanı veya gerçek tanıklıklar var mıydı?
Sunay Terzioğlu: Senaryo yazarımız Ferit Karahan, filmin en büyük şanslarından biri; kendisiyle “Okul Tıraşı” filminden beri bir yolculuğumuz var. Burada senaryo yazımını benim için üstlenmesi çok kıymetli. Hem teknik hem de duygusal anlamda konunun derinliklerine son derece hakim, gerçekten usta bir isim. Senaryo sürecinde, hikayenin inandırıcılığı ve anlatımındaki incelikler onun kalemiyle şekillendi.
Çekim sürecinde ise yapımcımız Timur Harzadın aynı zamanda psikolog olduğu için, oyuncularla çalışırken onun yönlendirmeleri bizim için çok değerliydi. Oyuncuların karakterlere derinlemesine nüfuz edebilmesi için psikolojik destek ve rehberlik alarak, sahnelerde çok daha samimi ve gerçekçi performanslar ortaya koyduk. Bu yaklaşım, filmimizin duygusal dünyasını zenginleştiren önemli bir unsur oldu.

Kesintili Yapı, Arada Kalmışlık ve Filmin Estetik Arayışı
Film, kesintili ve fragmanlı bir yapıya sahip. Lineer bir hikâye yerine bu yapıyı tercih etmenizin nedeni neydi?
Sunay Terzioğlu: Lineer bir anlatım yerine kesintili ve fragmanlı bir yapıyı tercih etmemin temel nedeni, göçmenlik deneyiminin doğasının da çoğu zaman parçalı, kesintili ve belirsizliklerle örülü olmasıydı. Göç eden insanların hayatları genellikle kopukluklarla, yarım kalmışlıklarla ve sürekli bir aidiyet arayışıyla şekilleniyor. Dolayısıyla anlatının biçimi, hikâyenin ruhunu yansıtmalıydı.
Aynı zamanda bu yapının izleyiciye aktif bir alan açtığını düşünüyorum. Her şeyi düz bir çizgide vermek yerine, aralarda bilinçli boşluklar bırakarak, izleyicinin kendi empatisiyle, duygu dünyasıyla o boşlukları doldurmasını arzu ettim. Bu anlatı, filmi sadece izlenen değil, aynı zamanda hissedilen bir deneyime dönüştürüyor. Her bölüm kendi içinde bir duygu anı gibi; bu anların toplamı da filmin duygusal haritasını oluşturuyor. Bu tercihle izleyiciye “tamamlanmamışlık” hissini geçirmeyi amaçladım; çünkü göçün kendisi de çoğu zaman tamamlanamayan bir yolculuk.
Belgesel estetiği ile kurmaca arasında gidip gelen ton, sizin için nasıl bir dil arayışının sonucuydu?
Sunay Terzioğlu: Bu estetik tercih, anlatmak istediğimiz dünyanın gerçekliğiyle kurduğumuz ilişkinin bir yansıması. Göçmenlik gibi hem bireysel hem de toplumsal düzeyde son derece kırılgan bir meseleyi işlerken, ne tamamen kurmaca bir mesafe yaratmak istedik ne de belgesel gibi mutlak bir gerçeklik iddiasında bulunduk. Bu iki uç arasında gidip gelmek, bize daha insani bir anlatım dili sundu.
Film boyunca kamera zaman zaman bir gözlemciye, zaman zaman da karakterlerin ruh dünyasına yakınlaşan bir anlatıcıya dönüşüyor. Bu da seyircinin hem dışarıdan hem içeriden bakabilmesini sağlıyor.
Gerçeklikle kurmaca arasında kurduğumuz bu bağ, aslında tam da göçmenlerin hayatlarındaki “arada kalmışlık” hissini yansıtıyor. Bizim için bu, sadece biçimsel bir tercih değil; duygusal ve tematik bir gereklilikti.
Ushan Çakır’ın canlandırdığı Hamza karakterinin geçmişi ve yalnızlığı filmde oldukça güçlü bir arka plan oluşturuyor. Bu karakterin hikâyesini yapı içinde nasıl konumlandırdınız ve onunla ilgili hangi dramatik çizgiyi takip etmek istediniz?
Sunay Terzioğlu: Hamza karakteri, toplumdan dışlanmışlığın sadece göçmenliğe özgü olmadığını hatırlatıyor. Kendi ülkesinde bile yabancılaşabilen, kendi hayatına bile sığamayan insanların hikâyesi onun üzerinden görünür oluyor. “Bir insan kendi geçmişinin mahkumu olmaktan nasıl kurtulur?” sorusu Hamza’nın yolculuğunda temel bir yer tutuyor. Finalde seyirciye geçen melankoli, onun ödenmemiş borcunun duygusu; geçmişle hesaplaşmasının ve aidiyetsizlik hissinin sessiz yansıması olarak kalıyor. Hamza’nın hikayesi evrensel çünkü geçmişten kaçmak, kendini bulmak ve aidiyet aramak herkesin ortak insanlık deneyimi.

Ayrımcılığın Yükselen Şiddeti ve Filmin Dramatik Çizgisi
Hazel’in iki farklı hayatı arasındaki geçişi nasıl kurguladınız? Bu dönüşüm size göre neyi temsil ediyor?
Sunay Terzioğlu: Hazel’in dans tutkusu, hayatın ona biçtiği zorunlu rolleri reddedişinin en güçlü ifadesi. Konfeksiyonda düşük ücretle çalışabilir; ailesine karşı ekonomik sorumluluğu olabilir, ancak hayallerinden ve yapmak istediklerinden neden vazgeçsin ki? Bir yolu yok mu? Dans etmek, dans eğitiminde olmak istemek, coğrafyaya, koşullara ya da belirli bir zümreye aitmiş gibi sınırlandırılamaz; dünyanın her yerinde her insan tutkularının ve isteklerinin peşinden gitme hakkına sahiptir. Suriye’de savaştan kaçan bir kızın dansçı olmak istemesi doğaldır; asıl anormal olan bu isteği “saçma” bulan ve ezberlenmiş dar kalıplara sıkışan algılardır. Hazel, bu algılara başkaldıran ve yaşamak istediği hayatın peşinden kararlılıkla giden güçlü bir karakter.
Film boyunca ayrımcı söylemlerden (dolmuş), gündelik dışlanmalardan (restoran) ve fiziksel şiddete varan tepkilerden (köy sahnesi ve Boyka’nın ölümü) oluşan bir yükselme çizgisi görüyoruz. Bu sahneler hikâyenin içinde nasıl bir dramatik ya da tematik ilerleme sunuyor? Bu kademeli artışı bilinçli bir yapı olarak mı tasarladınız?
Sunay Terzioğlu: Filmin ritmini ve duygusal yoğunluğunu oluştururken, ayrımcılığın hayatlara nasıl sinsice yayıldığını ve zamanla nasıl normalleştiğini göstermek istedik. Başta küçük gibi görünen sözlü dışlamalar, zamanla fiziksel şiddete ve travmatik sonuçlara dönüşüyor. Söylediğin her sahne, bu yükselen tansiyonun bir halkası gibi.
Temel derdimiz, farkındalık sağlamak; seyircinin sadece “ne” olduğuna değil, “nasıl” ve “neden” olduğuna da dikkat kesilmesini sağlamaktı. Böylece izleyici yalnızca izlemiyor, aynı zamanda içinde büyüyen adaletsizlik duygusunu da hissediyor. Belki de gündelik telaşlarımızda fark etmediğimiz, gözümüzden kaçan bu davranış biçimlerini fark ettirmeyi ve üzerinde düşünülmesini amaçlıyor film.
Göçmenlik meselesi son yıllarda birçok filmde işleniyor. Sizin filminizin bu tartışmaya nasıl bir yeni bakış kattığını düşünüyorsunuz?
Sunay Terzioğlu: Bir göçmenin gözünden bir göçmen filmi izlemek filmin farklı bir bakışı olabilir.
Bizim filmimiz, sadece göçmen olmanın zorluklarını göstermekle kalmıyor; aidiyetsizlik, kimlik karmaşası ve geçmişle hesaplaşma gibi evrensel temalara odaklanıyor. Göçmenliği salt bir “yer değiştirme” olarak değil, varoluşsal bir arayış, aidiyetin sorgulanması ve insanın kendiyle mücadelesi olarak ele alıyor. Böylece izleyici, sadece dışarıdan bir hikâye izlemiyor, karakterlerin iç dünyalarına nüfuz ederek daha insani ve çok katmanlı bir deneyim yaşıyor.

Bir Yere Ait Olamamak
Hazel’in kardeşine söylediği “Hiçbir ülke almaz bizi.” cümlesi filmde en güçlü anlardan biri. Aidiyetsizlik temasını sizin için bu kadar kritik yapan neydi?
Sunay Terzioğlu: Bu replik aslında Hazel’in değil, abisinin cümlesi ve bu ayrım oldukça önemli. Çünkü bu sahne, iki kardeşin hayata bakışlarındaki temel farkı gözler önüne seriyor. Hazel, umutsuz değil; tam aksine, hayatın ona dayattığı kimliği ve sınırları kabul etmeyen, hayalleri olan bir karakter. Dans kursuna gitmesi, içinde bulunduğu gerçekliğe rağmen kendi yolunu çizmeye çalışan direngen bir ruhun göstergesi.
Abisi ise çok daha karamsar, çok daha yenik. “Hiçbir ülke almaz bizi” cümlesi onun çaresizliğini, dışlanmışlığını ve kendi varlığına dair inancını yitirmiş halini yansıtıyor. Bu karşıtlık üzerinden aidiyet meselesi görünür oluyor. Film, aidiyeti yalnızca bir yere ait olmak üzerinden değil; hayata nasıl tutunduğumuz, neye inandığımız ve umudu nerede aradığımız üzerinden kuruyor.
Finalde Finlandiya’ya gitmeye çalışan göçmen grubun çaresizliği çok güçlü bir imge bırakıyor. Seyircinin filmden nasıl bir duygu veya soru ile çıkmasını istediniz?
Sunay Terzioğlu: Finaldeki sahne, bir varış noktası değil, aslında bir belirsizliğin eşiği. Film boyunca örülen umut, mücadele, bastırılmışlık ve direnç duyguları burada bir boşlukla karşılaşıyor. Seyirciye tam da bu boşluğun içinde kalma hissini yaşatmak istedik.
Çünkü göçmenlik yalnızca fiziksel bir yolculuk değil, aynı zamanda içsel bir bekleyiştir; ne tam olarak varılabilen ne de geride tamamen bırakılabilen bir hâl.
Seyircinin filmden “şimdi ne olacak?” gibi sorularla değil, “bu insanlar ne yaşadı, biz neyi görmedik?” gibi sorularla ayrılmasını istedik. Empati kurmaya davet eden, suskunluklar ve eksik tamamlanan cümleler üzerinden izleyicide bir iz bırakmayı amaçladık. Umudun kolayca ulaşılan bir şey olmadığını, ama yine de vazgeçilmediğini hissettirmek istedik.
Hüseyin Çakır‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Tunç Davut ile Kesilmiş Bir Ağaç Gibi Filmi Üzerine Röportaj



















Yorumlar