Martin McDonagh, şahsen oldukça saygı duyduğum biri. Geleceğin bir senaristi ve yönetmen adayı olarak kendisi en büyük esin kaynaklarımdan biri. Martin McDonagh için rahatlıkla bir hikaye anlatıcısı diyebiliriz. Çok basit anlardan büyük hikayeler çıkartmayı başarıyor. Kurmaca kahramanlar ve fantastiğe kayan aksiyonlar yerine günlük yaşantılarımızın sessiz kavgalarını sinemaya taşıyor. Kimsenin ruhunun duymayacağı zamanlarda ve yerlerde yaşanan dramları izlettiriyor bize. The Banshees of Inisherin de o hikayelerden biri. Kimsenin ruhunun duymayacağı bir İrlanda adasında, 2 kişinin amansız kavgasını anlatıyor film. Oldukça gürültülü ama bir o kadar da sessiz. Ve filmin temelini kurduğu fikirler ise bugünlerde çektiğim nefes zorluklarına ilaç gibi geldi. Çünkü filmde biraz da olsa kendimi gördüm.
Kısaca konusuna değinelim… Inisherin’de yaşayan Padraic (Colin Farrell) sıradan bir hayatı olan, iyi niyetli ama sıkıcı bir adam. Bütün hayatı aynı rutinler üzerine kurulu ve bundan da oldukça mutlu. Fakat hayatı, arkadaşı Colm Doherty (Brendan Gleeson) onla artık arkadaş olmak istemediğini söylediğinde değişir. Rutini bozulan Padraic, Colm’un ona açıklamarından ötürü kendini sorgulamaya başlar. Lakin bunu yapabilecek kapasiteye sahip olmadığı için Colm’u sürekli rahatsız etmeye devam eder. Colm ise Padraic ile arkadaş olmama konusunda “şiddetli” biçimde ısrarcıdır.
En baştan belirteyim, film, oldukça sıkıcı. Ama eğlenceli olma çabası da yok. Evet, filmin kimi yerlerinde gülsek de film, günlük hayatın sıkıcılığına yaklaşmak için her şeyi yapmış. Rutin üzerinden dönen bir döngüsü var. Rutini bozan ve hikayeyi oluşturan tek şey ise Padraic’in inatla Colm ile konuşmaya çalışması. Fakat hikaye sadece Padraic’in saplantılı şekilde arkadaşını geri kazanma çabası üzerine kurulu değil. Genele yayılan bazı acımasız söylemleri var. Ve bu söylemleri beni kalbimden vurdu.
Her zaman savunduğum bir laf vardır: Birilerinin üzülecek olması, kulağa hoş gelmemesi yapılanın doğru olmadığı anlamına gelmez. Bu yüzden “radikal” diye bir kelime var. Bazen hayatımızda kimsenin hoşlanmayacağı ve birilerinin üzüleceği kararlar almamız gerekir. Çünkü bu hayatta ana önceliğimiz, kendimizizdir. En azından böyle olmalıdır. Önce kendimizi mutlu etmemiz gerekir. Colm Doherty, yaşı ilerledikçe aydınlanan biri. Sıkıcı hayatının bir anlamı olması gerektiğini düşünüyor ve ölümsüz olmak istiyor. Ölümsüz olabilmek için de ileride adınızın anılabileceği bir eser üretmeniz gerekir. Kemanda iyi olan Colm, günlük basit sohbetlerle harcadığı vakti kendine ayırarak bir sanat eseri üretmeye karar veriyor. Fakat bunu Padreic’e anlatamıyor. Çünkü Padreic, bunu anlayabilecek kapasitede biri değil.
Padreic, rutinleri dışına çıkmayan, iyi niyetli ama oldukça sıkıcı biri. Bilmesi gerektiği kadarını biliyor ve gerisine de ihtiyaç duymuyor. Kendini basit bir hayata indirgediği için de çok zeki bir adam değil. Tek bir kitap okumuşluğu yok. Padreic gibi bir adamın yapacağı sohbetin de “hava bugün ne kadar güzel” demekten öteye gidemeyeceği aşikar. Colm, arkadaşının aksine en azından rutinlerin dışına çıkmak ve keşfetmek isteyen biri. Bu sebeple de artık vakit kaybı olduğunu düşündüğü Padreic’i hayatından çıkarıyor. Seyirci olarak biz filmi Padreic tarafından izlediğimiz için kendisine üzülüyoruz ama işte radikal kararlar bu yüzden önemli. Colm, kendisi ve hayalleri için en doğru kararı alıyor aslında. Padreic’i üzecek bir karar olsa da, doğru bir karar.
Colm, empati kurmakta zorlanmadığım biri oldu. Çünkü onun “basit” sohbetlerden kaçma isteğini anlıyorum. Herhangi bir faydası olmayacak ve bana bir şey katmayacak sohbetlerden artık ben de kaçıyorum. Hatta artık onların sohbetlerine katılamıyorum da. Anlamıyorum çünkü. Hava ne kadar güzelmiş diyerek yarım saat konuşmayı başaramadığım için Colm Doherty’nin hislerine ortak olabildim. Basit bir konu üzerine dakikalarca konuşmak yerine o zamanı kendime harcamayı tercih ederim.
Lakin filmde arka planda kalan bir karakter var ki en çok onunla empati kurdum. Padreic’in kız kardeşi Siobhan (Kerry Condon). Kasabanın en dışlanan karakteri olan Siobhan, Colm’ün yaşlılığında ulaştığı aydınlanmaya çok daha genç yaşta ulaşmış. Kitapları keşfetmiş, farklı dünyalarla tanışmış. Ve farketmiş ki, yaşadığı küçücük ada dışında koca bi dünya var. Keşfedilmeye değer bir dünya. Fakat o da iç savaş ve kardeşi Padreic sebepli hayatını değiştirip adadan hiç ayrılamamış. İşte radikal kelimesi yine burada devreye giriyor. O da film içerisinde radikal bir karar alıyor ve birilerini üzme pahasına düzenini bozup hiç bilmediği bir maceraya atılıyor. Çünkü Siobhan’ın hayat görüşü o adaya sığmayacak kadar büyük. Bir laf vardır, okuduğum kitaplar arttıkça, çevremdeki insanlar azaldı diye. Siobhan tam olarak bu sebeple kasabanın pek de sevilmeyen insanı konumunda. Aralarındaki en kültürlü insan olmasına rağmen en dışlanmış ve acayipleştirilmiş karakteri. İşte bu da Gustave Le Bon’un kitlelerle alakalı fikirlerini hatırlatıyor bana. Ne kadar haklı olsanız da, kalabalıklara karşı her zaman kaybedersiniz.
Film, farklı türde insanların birbirleri ile yaşamını ve alınan radikal kararlardan sonra ortaya çıkan sorunları anlatıyor. Rutin, yani basitlik hepsini tek bir rotada tutarken karakterler değişme kararı aldığı anda işler karışıyor. Padreic, çevresindeki insanları kaybetmekten ve gelen eleştirilerden ötürü agresifleşiyor. Özünde ise hala aynı sıkıcı ve iyi niyetli bir adam. Colm, rutininden çıkıp sanatına odaklanmak istiyor ama bunu basit fikirli eski arkadaşına bir türlü anlatamıyor. Siobhan ise adadaki neredeyse her şeyden bunalmış olduğu için en sonunda gitme kararı alıyor. Bu aralar yaşadığı ülkeden kaçmak için sıtkı sıyrılan biri olarak ben de Siobhan’ı tüm kalbimde hissediyorum.
Film, akışına 3 farklı karakter daha ekleyerek hikayeyi zenginleştiriyor. Barry Keoghan’ın oynadığı deli Dominic, Gary Lydon’un canlandırdığı saf bir kötü olan Peader ve Sheila Flitton’ın canlandırdığı cadı Mrs. MsCormick. Ana karakterlerin değişiminde katalizör görevi gören bu karakterler de Padreic’in rotasından ilerleyen rutinin sıkı savunucuları.
Sözün özü… The Banshees of Inisherin, sıkıcı bir adada değişme kararı alan ya da değişmek zorunda kalan karakterlerin birbirleri ile olan sessiz kavgasını anlatıyor. Herhangi bir fikrin yüceltilmediği ya da yerilmediği filmde bilginin insan üzerindeki etkisi irdeleniyor. Okuyan insan ile okumayan insan arasında yüzyıllardır devam eden kavganın küçük bir adada tekrar canlandırıldığı film bize bazen birilerini üzse de, bizleri korkutsa da radikal kararlar almamız gerektiğini gösteriyor. Einstein, insanlar ikiye ayrılır, iyiler ve kötüler derken iyilerin sıkıcı olması gerektiğini söylememişti. Bu hayatta esas öncelik kendimiziz ve kendimizi mutlu etmek için mutlu olacağımız yerlerde olmalı, mutlu olacağımız şeyler yapmalıyız. Siobhan, aldığı radikal kararın faydalarını görürken Colm maalesef Padraic’in saplantıları ile mücadele etmek zorunda kalarak aradığı mutluluğa birkaç parmağı eksik olsa da ulaşmayı başarıyor.
Valerii Ege Deshevykh’in tüm yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Yorumlar