Not: Bu yazı, filmi izleyen kişilere ithafen yazılmıştır. Filmi izlemeyenler de bittabii yazıyı okuyup, filmi izleyip izlememe kararında kullanabilirler. Fakat yazı, çok açık olmasa da ufak tefek spoiler bilgiler içeriyor olabilir, olmayabilir de.
Valdimar Jóhannsson’un yönetmenliğini yaptığı Lamb, Cannes Film Festivali’nde 3 dalda aday olup bir de ödül almayı başardı. Bizim de Filmekimi kapsamında izleme şansına eriştiğimiz Lamb, maalesef ki yanlış pazarlanmış ya da bilerek yanlış tanıtılmış bir film. A24’ün Amerika dağıtımcısı olmasından ötürü hazırlanan fragman; karanlık, gerilim dolu ve ürkütücü bir hava veriyordu. Gelin görün ki filmin pazarlandığı gibi olmadığını izleyerek deneyimlemiş olduk. Halbu ki yönetmen Valdimar Jóhannsson’un herhangi bir röportajını okusak, kendisinin de “ben korku filmi çekmedim” dediğini görebilirdik.
Kısaca filmin konusuna değinelim… Maria ve Ingvar, İzlanda’nın dağlarında, uçsuz bucaksız ovalarında yaşayan bir çifttir. Geçimlerini hayvancılık ve çiftçilik yaparak sağlayan çift, sıradan hayatlarına devam ederken, bir öğle saati bu yaşamlarını bırakmak zorunda kalır. Koyunlarından birinin insan bedenine sahip bir kuzu doğurmasını mesaj olarak kabul eden çift, kuzuyu sahiplenir ve kendi çocuğu gibi büyütmeye başlar.
Filmi çok fazla beğenmesem de, sebeplerini açıklayacağım, hikayenin ilgimi çektiğini kabul etmem gerek. Kuzu kafalı, insan bedenine sahip bir varlığın temelini öğrenme ihtiyacı duydum ve kısa bir araştırma yaptım. Görünen o ki hikayedeki varlıkların hiçbiri yaşayan bir folklöre ait değiller. Yönetmen Valdimar Jóhannsson’un folk hikayelerine karşı bir ilgisi mevcut. Hatta duyduğu ve aklına gelen fikirleri tuttuğu da bir defteri var. Birgün bu defterinden bir arkadaşına bahsediyor. Bu sohbet zamanla her hafta gerçekleşen bir rutine dönüşüyor. Haftalar geçtikçe de bu rutin bir senaryo yazım aşamasına evriliyor ve yönetmen, yıllar içerisinde defterinde tuttuğu hikayeleri istediği bir filme çeviriyor. Filmed tarihi olan tek şey sadece Ingvar’ın kızı Ada’ya okuduğu Dimmalimm masalı. Masal hakkında hakkında bilgi bulmayı başardım. Kurbağa prens hikayesine benzer bir yapısı olan Dimmalimm, kuğu olmakla lanetlenmiş bir prensin büyüsünü bozan prensesin hikayesini anlatıyor.
Hikayenin temelinde çok net bir fikir olmamakla beraber film “annelik içgüdüsü” üzerine. Yönetmen ve baş rol bu konuda hem fikir. İnsan denen varlığın dünya üzerindeki baskın güç olmasına da odaklanan film, bir annenin bir diğer anneden çocuğunu çalmasına odaklanıyor en nihayetinde. Kendini süper güç olarak gören insan, çıkarları için daha kızının başını dahi yalama şansını bulamamış koyunun çocuğunu çalıyor. Maria’nın çocuğu almasındaki yegane sebebin daha önce bir çocuk kaybetmiş olması olduğunu filmin ilerleyen dakikalarında görüyoruz. Maria’yı canlandıran Noomi Rapace’in araştırmasına göre kaçırılan çocuklar, biyolojik ailelerinden çok kaçırıldıkları aileye bağlı kalıyorlarmış. İnsan bedeninde bir yavruyu gören Maria, o an karşılaştığı şeyin imkansızlığını ve mucizeviyatını sorgulamak yerine “annelik içgüdüsünün” ağır basması sebebiyle kuzuyu, yeni bir başlangıç sayarak annesinin gözü önünde el koyuyor.
Gel gelelim biraz eleştirme kısmına. A24’ün bizi kandırmasından ötürü filmi kafamızda korku türünde kodladık ve salona da öyle geldik. Ama gelin görün ki film bırakın korkuyu, oldukça keyifli, duygusal hatta yer yer komik bile olabilen bir yapıya sahip. Aile filmi demek çok ekstrem kaçacak olsa da özünde bir aile filmi olduğu gerçeğini yönetmenin kendisi de söylüyor. En baştan kodlandığımız için filmi bir beklenti ile izliyoruz ve bu beklenti de tabii ki eksi puan yazıyor. Yoksa film oldukça keyifli ve bence etkileyici derecede deneysel bir iş. Yönetmen Valdimar Jóhannsson’un uzun yıllar beklemesine değecek kadar özel bir çalışma. 35 kişilik hatta bazılarının çocukluk arkadaşlarının olduğu bir ekiple çektiği film, eğer finalini doğru yapsaydı bence hayat boyu hatırlanacak bir iş olabilirdi. Ama işte final maalesef büyük bir sorun.
Filmin esas sorunu, yukarıda dediğim gibi maalesef finali. Korku türüne kodlanmamızdan ötürü film boyunca asla gelmeyecek bir yükseliş bekliyoruz. Gizemin çözülmesini hatta aileden birilerinin zorluk çekip en sonunda ölmesini ummuyor değildik. Aslında film biraz da olsa bekleneni verdi lakin bunu verme şekli de oldukça sorunlu. Eksiği hata ile kapatmaya çalışmışlar. Gelişme kısmı ile final kısmı arasında ciddi bir atlama var. Sanki kurguda bazı sahneler unutulmuş da film öyle kaydedilmiş gibi. Bir anda finale geçiş yapıyoruz ve bu finalin temeli hiçbir şekilde kurulmuyor.
Sözün özü… Lamb, temelini insan denen varlığın kendini her şeyten üstün görmesi üzerine kurmaya çalışan bir film. Kızını kaybetmiş bir annenin, tekrar anne olma hayallerine yenik düşüp kendisinden düşük olduğunu düşündüğü bir varlığın çocuğunu çalmasını ve büyütmesini anlatan film, uyum üzerine odaklanıyor, aile kavramını sorguluyor ve sonunda da kendi folklörünü oluşturarak konuyu kapatıyor. Filmin pazarlanma şekli ve tabii ki finale yapılan keskin geçişten ötürü “kült” olma şansı kaçmış olabilir. Yine de denemeye değer, son yılların en enteresan filmlerinden biri.
Yorumlar