Tuhaf dönemlerden geçiyoruz. Bir zamanlar popüler kültürün belirleyicisi olan stüdyoların kendi miraslarının altında ezildiği bir dönem. Bazıları yarım asırlık olan fikirlerin ısıtılarak önümüze getirildiği bugünlerde söz, seyirci olarak biraz da bize düşüyor. Neyin nostaljisini yaşarsak her an gerçeğe dönüşebileceği bir endüstride belli bir gücümüz var. Zamanında değer görmemiş filmlere ikinci bir şans verebilir, devamını seyredemediğimiz serileri tekrardan canlandırabilir veya yepyeni bir hikayeye yeşil ışık yakılmasını sağlayabiliriz. Bu gücün her daim endüstriyi yönlendirmeye yetip yetmeyeceği bir muamma; ancak sonuç verdiğini inkar edemeyiz. Yeni IPler veya bağımsız eserler üretmektense pazara, yani bizlere kulak veren stüdyoların belki de en önemlisi ise Marvel.
Nostaljik bir şölen olan Avengers: Endgame‘den sonra bir çıkmaza düşen stüdyo, hayranlara istediklerini veren bir makine ile kültürü yönlendiren bir üretim gücü olmak arasında sıkışıp kaldı. Yakıtları hızla tükenmesine rağmen sıklıkla ilk seçenekte ısrarcı olan Marvel için multiverse konsepti bir çıkış kapısı oldu. Böylece -sıklıkla manipüle ettikleri- gişe sineması; farklı film yapımı dinamiklerinin veya orijinal vizyonların değil, birer marka değerine sahip pelerinli kahramanların halay pistine dönüştü. Bu cümbüşe bir kez daha parasıyla tanık olmak için after credits sahnelerine hikayenin kendisinden daha çok heyecanlanır olduk. Ancak stüdyonun kendi mirasına sunduğu katma değerin gitgide eksilere kaydığını fark etmesi uzun sürmedi. Çeşitli geri dönüştürme yöntemleriyle ekmeğini yiyebilecekleri pek bir mülkleri kalmamıştı.
Bu durum, bazı kararları tekrar değerlendirmek ve yeni talepler üretmek için mükemmel bir fırsattı. MCU’daki eski kodları tekrar eden Captain America: Brave New World‘ten bu yana neredeyse A24 yapımı bir bağımsız filmmiş gibi pazarlanan Thunderbolts*, bu atılımların bir yenisi; ve belki de en iyisi. Stüdyo, gelecek filmlere kanca atmaktansa ayakları yere basan standalone bir film yaptıklarının tekrar tekrar sözünü verdi. Ancak tüm bu vaatkar ve bir o kadar mahcup reklam kampanyası, göründüğü kadar masum olmayabilir. Her türlü ön hazırlığa rağmen Thunderbolts*‘un asıl vaatlerini ancak filmi izlediğinizde anlayabiliyorsunuz; ve bu, açıkçası Marvel için karmaşık bir portre çiziyor.
Yazının bundan sonrası, filmdeki olaylara dair spoiler içerikli bilgiler vermektedir.
Her Açıdan Berbat Bir Ekip
Beef dizisinin yönetmenlerinden Jake Schreier imzalı Thunderbolts*, Florence Pugh tarafından canlandırılan Yelena Belova’nın monoloğu ile açılıyor. Karakter, bir süredir içinde taşıdığı boşluk ve amaçsızlık hissinden bahsediyor. Dünyanın en uzun ikinci binası Merdeka 118’in tepesinde oturan Yelena’yı seyrederken filmin gri tonlarındaki görselliğine alışıyoruz. Film, –Kevin Feige‘nin söz verdiği üzere- bu anı gereğinden fazla büyütmüyor ve mekanın ihtişamını vurgulamıyor.
Coşkulu bir müzik yerine rüzgar sesleri duyduğumuz sırada Yelena, binanın tepesinden paraşütle atlıyor. O, küçücük bir nokta gibi süzülürken karakterin bahsettiği boşluk hissi yavaşça üzerinize siniyor. Karakterin -Malezya’daki gizli görevi de dahil olmak üzere- yaşamının her anını kaplayan bu his, filmin geri kalanında da peşinizi bırakmıyor. Zira, CIA yöneticisi olan patronu Valentina Allegra de Fontaine tarafından harcanabilir bir suçlu olarak görülen Yelena, kendisiyle -stratejik ve ruhsal manada- aynı durumdaki başka “artıklar” ile dolu bir kapana kısılıyor.
The Falcon and the Winter Soldier‘daki Captain America taklitçisi John Walker, Ant-Man and the Wasp‘taki görünmezlik gücüne sahip Ghost, Black Widow‘daki suikastçı Taskmaster… ve hakkında hiçbir şey bilmediğimiz Bob. İsimlerini okurken bile dünyayı kurtaracaklarına dair inancınızı kaybettiğiniz ekip, de Fontaine’in yasadışı deneylere bulaştığı şüphesiyle yapılan aramalarda birer kanıt oldukları için patronları tarafından imha edilmeye gönderiliyor. Birbirleriyle ilk kez karşılaştıkları ve içine düştükleri tuzaktan kurtulmaya çalıştıkları sekans, ekibin çarpık dinamiğini titizlikle oluşturuyor. Sahneler, neredeyse bir tek mekan senaryosu gibi işliyor; ve film, evren kurma misyonunu umursamadan acelesiz bir anlatı kuruyor.
Yozlaşmış ahlaki değerleri ve kirli geçmişleri ile ortak bir paydada buluşan ekip, sonradan aralarına katılan nam-ı diğer Kış Askeri Bucky Barnes ve Yelena’nın babası Red Guardian ile ruhlarından hiçbir şey kaybetmeyerek işlevsiz bir tren kazası olmaya devam ediyor. Bir tehdide karşı bir arada savaşmaya kalksalar muhtemelen ilk olarak birbirlerini öldürecek ekibin karşısına ise önce mahvolmuş ruh sağlıkları, sonrasında ise durdurulamaz bir tanrı çıkıyor. İlkini alt etmeleri, -bir Marvel filminden beklenmeyecek üzere- daha uzun sürüyor ve bu mücadele, resmen Thunderbolts*‘un tümüne yayılıyor.
Geçmişle Baş Başa
Yelena’nın bahsettiği -ve daha sonra ekipçe resmen içine girecekleri- “boşluk”, filmdeki tüm karakterlerin öyle ya da böyle sahip oldukları bir şey. Senaristlere göre varoluş sancısından ziyade travmadan doğan, depresyon ve yalnızlıktan güç alan bu araf benzeri yer, hepimizin karanlık taraflarının bir tasviri. Kime ve neden hizmet ettiklerini bilmeyerek yaptıkları işlerden dolayı amaçsız hissetmeleri, karakterleri modern seyirci için bağ kurulabilir hale getiriyor. Uzaylı orduları, Thanos ve kırmızı deve dönüşen eski bir ABD başkanı gibi birçok tehdidin durmadan işgal ettiği an itibarıyla Avengerssız bir dünyada yaşamaları, MCU dünyasındaki her sivil gibi ekipteki karakterleri de güvensiz hissettiriyor. Örnek alacakları ve uğruna savaşacakları kimseler ya da doğrular yok; kendileri ve geçmişleriyle baş başa kalmış durumdalar. Hepsini avlayan, alter egolarını delip geçen bazı travmalar ile boğuşuyorlar. Onları anlayan, geçmişleriyle yüzleşmelerini sağlayan ama aynı zamanda yok olmakla burun buruna getiren karakter ise Bob oluyor.
Sorunlu ebeveynlere ve uyuşturucu bağımlılığına sahip Bob, de Fontaine’in şirketi O.X.E.’nin sunduğu projelerden birine aydınlanma ümidiyle denek olarak katılıyor. Bu deney; onu kurtarmaktansa yaşayan bir silaha, olağanüstü güçlere sahip bir tanrıya dönüştürüyor. Yaratıcısı de Fontaine tarafından Sentry adıyla anılan, Avengers’ın yeni mirasçısı olması amaçlanan Bob; tüm yeteneklerine rağmen travmatik geçmişini “Boşluk” adlı ikinci bir kimlik olarak halen taşıyor. Ekipteki karakterlere her dokunduğunda onları kaçmak istedikleri travmalara ışınlıyor ve onlara o anı tekrar tekrar yaşatıyor. Film, Sentry’nin bu gücünü kullanarak ana karakterlerin “boşluğunu” bu anılar üzerinden tanımlıyor.
Bu ruhani boyut, ne Deadpool & Wolverine‘deki “önemli olma” meselesi kadar yüzeysel ne de Guardians of the Galaxy Vol. 3‘teki duygusal anlatı kadar etkileyici. Senaristler, filmin bu tarafını görünür kılsa da asla varoluşsal bir düzleme yerleştirmiyor ve aydınlık-karanlık taraf gibi sığ betimlemelerle ele alıyor. Thunderbolts*, -finaldeki yüzleşmenin tamamen “boşluk” kullanılarak çözüldüğü düşünüldüğünde- vadettiği o duygusal yükü ve gerçekçi karakter yazımını maalesef karşılayamıyor. Bunun gişe sinemasındaki kısıtlı anlatım kodları nedeniyle yaşandığını iddia etmek zor; zira bu meseleler, yakın zamandan Puss in Boots: The Last Wish gibi çocuklara uygun yapımların dahi gerekli soyutluk ve derinlikle ele alabildiği konseptler. Film, ikinci yarısını alt metninden yararlanarak inşa edip cesur bir adım atmasına rağmen beklenen o incelikli duygusal yüzleşmeyi ne yazık ki yaşatamıyor.
Thunderbolts*‘un barındırdığı konseptlere dair özensiz yaklaşımı, maalesef ekip dinamiğine de zarar veriyor. Red Guardian tarafından Yelena’nın çocukken oynadığı futbol takımının adı verilen Thunderbolts*; birbirlerinin eşsiz yönlerini kullanarak veya ortak bir ruhani iyileşme yaşayarak değil, yalnızca Sentry’e engel olarak dünyayı kurtarıyor. Filmin asıl kötüsü olan de Fontaine’ın karikatürize yazımı ise anlatıda yeni bir kapı aralamayarak adeta başka bir filme aitmiş gibi duruyor. Yelena ve Bob karakterlerinin yazımı ve filmin duygusuna yaptıkları katkılar kayda değer olsa da, ekibin diğer üyelerinin birazcık olsun derinleşebildiğini iddia etmek zor.
Duygusal yükün “boşluk” içerisinde yaşanan flashback sahnelere hapsedilmesi, karakterlerin yaşadığı dönüşümü yalnızca kağıt üstünde geçerli kılıyor. Ekibin travmalarıyla cebelleştiklerini asla hissetmiyor, iç dünyalarını yalnızca küçük kesitler üzerinden keşfetmeye mecbur bırakılıyoruz. Ve bu karar, birkaç istisna hariç neredeyse hiçbir karakterde işlemiyor. Vadedilenin aksine Thunderbolts*; bir arada çalışması gereken arızalı tiplerle dolu bir ekibin bağımsız öyküsünü değil, -filmin ismindeki yıldız işaretinin yerini tuttuğu- New Avengers’ın doğuşunu anlatıyor. Nitekim, aceleci senaryo yazımı nedeniyle ekip dinamiklerinin ağırlığını hissetmek asla mümkün olmuyor ve varoluşları gitgide daha ticari bir boyut alıyor.
Sil Baştan
Thunderbolts*, seyirciye ilginç bir labirent sunuyor. Bir an Marvel’ın kabuğunu kırıp sahiden iyi bir film yapmaya çalıştığını düşünerek şevkleniyor, sonraki an ise filmin yeni bir Avengers origini sunduğunu fark ederek kandırılmış hissediyorsunuz. Bu örüntü, özellikle sonlara doğru sıklıkla tekrarlanıyor. Marvel’ın -en azından bir süreliğine- nostaljik anlatılardan kafasını kaldırıp yeni hikayeleri desteklemesi elbette umut verici. Ancak, bu masumane girişimlerini stilistik açıdan “eskilere dönüş” olarak pazarlayıp cidden geri dönüştürülmüş bir Phase 1 patikası sunuyor oluşları, nostaljiden ziyade yalnızca can sıkan bir déjà vu hissi uyandırıyor.
Post credits sahnesinde The Fantastic Four: First Steps‘e bağlanan filmin MCU için önemli bir köprü görevi gördüğü aşikar. Ancak beklenenin aksine, stüdyonun sinematik değeriyle öne çıkan bir film yaratma konusunda halen bebek adımlarıyla ilerlediğini söylemek yanlış olmaz. Thunderbolts*, ele aldığı soyut meselelerin ve uyumsuz karakterlerin hakkını bir yere kadar verebilen bir yapım. İlk yarıdaki acelesiz anlatım, eğlenceli diyalog yazımı ve Florence Pugh‘ınki başta olmak üzere nitelikli performanslar keyif veriyor. Tutarsız ve tembel senaryo yazımına rağmen filmin “Minari’nin kurgucusundan” diye pazarlanması bile yeterince komik.
A24 seyircisini bile gözüne kestirmiş Marvel’ın önünde artık hangi hedef kitlesi durabilir bilmiyorum. Her an Steve Rogers’ın yaşlılık yıllarını varoluşçu bir gözle anlatan Terrence Malick esintili 3 saatlik bir film seyredebiliriz. Şaka bir yana, orta yolda sadeliğini kaybeden Thunderbolts*‘un içinde bir yerlerde iyi bir film olduğuna inanıyorum. Onu kendim bulamamış olmama rağmen başarmış olanlara saygım sahiden sonsuz.
Tunahan İbiş’in diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar