Türkiye’nin en iyi tematik film festivali 15. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali bu yıl da dünya sinemasından seçkin örnekleri seyirciyle buluşturdu. Bu yıl Caddebostan CKM ve Beyoğlu Sineması’nda gösterimler yapıldı. Bazı filmlerin yönetmenleri her film öncesinde yayınlanan videolarıyla seyirciye mesajlarını iletirken, İstanbul’a gelebilen ekipler seyirciyle yüz yüze buluşabildi.
Ödüller ve Kazananlar
Bu yıl 15. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali ödülleri şu filmlere gitti.
Öğrenci Jürisi Ödülü’nü Huo Ming’in Living the Land, SİYAD Ödülü’nü Sven Bresser’in Reedland filmi, Uluslararasi Altın Terazi Kısa Metraj Film Yarışması Jüri Özel Ödülü’nü Aria Sánchez ve Marina Meira’nın Primary Education, Uluslararası Altın Terazi Kısa Metraj Film Yarışması Ödülü’nü Daniel Asadi Faezi ve Mila Zhluktenko’nun In Retrospect filmi kazandı.
Uluslararası Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışması Jüri Özel Ödülü ise Tanushree Das ve Saumyananda Sahi’nin Shadowbox filmine gitti.
Gecenin en büyük ödülü olan Uluslararası Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışması Ödülü’nü de kısa hikayelerden oluşan ve çok fazla yönetmenin görev aldığı Khartoum kazandı. Filmin yönetmenleri arasında bu isimler bulunuyordu: Anas Saeed, Rawia Alhag, Ibrahim Snoopy, Timeea Mohamed Ahmed, Phil Cox.
Dünya Sineması’ndan Seçkin Örnekler
Bu yıl film festivalini İstanbul’un Anadolu yakasından takip edebildik. CKM Sineması’ndaki gösterimlerde izlediğimiz filmlere dair kısa notlarımızı bu yazıda bulabilirsiniz.
The Best Mother in the World
Pek çok festivalde gösterim yapan Dünyanın En İyi Annesi / The Best Mother of the World filminde Brezilya’nın varoşlarında partner şiddeti gören ve çocuklarıyla birlikte ayakta kalmaya çalışan bir annenin koşuşturmacalı hikayesi anlatılıyor. Film sokak kültürünü ve geri dönüşüm için çöp toplayıcılığı yapan insanların, çöplerin içinden yemek için para çıkarma zorluklarını yansıtıyor.
Farklı insanlarla ilişkiler üzerinden ilerleyen hikaye, sokaktan farklı insan profilleri sunarak zalimliği ve ikiyüzlülüğü iyi yansıtan bir film olarak akıllarda kalıyor. Lakin fazlaca tahmin edilebilir oluşu filmi zayıflatan faktörlerin başında geliyordu. Yine kadının adı yok teması üzerinden gidilen film, farklı coğrafyalarda da benzer sorunların olduğunun altını çizen bir örnek olarak nitelendirilebilir.
Living the Land
Günlük yaşam rutinleri, Çin’in Henan eyaletinde kalabalık bir kırsal ailenin karmaşık ama her zaman canlı ilişkilerini — özellikle de toprakla kurdukları bağın sürekliliğini — gözlemlememizi sağlıyor ve bu dinamikler filmin genel yapısını belirleyen temel unsurları oluşturuyor. Oyuncular samimi ve o kadar doğal ki bir noktadan sonra bir belgesel izliyor hissi yaratıyor.
Sosyolojik/antropolojik açıdan bu film, toprağı işlemenin, hayatta kalmak için toprağa bağımlı olmanın nasıl bir şey olduğunu yakalıyor ve bu içgörüleri sinematik bir dile aktarıyor. Kalabalık bir ailenin tasvirinde Hou Hsiao-hsien‘i andıran bir tarz söz konusu diyebiliriz. Huo Meng‘in zaman geçtikçe az çok görünür hale gelen bir bağlantılar ağını göstermedeki sabrı çok kıymetliydi.
Otec
Bir trajedinin tahlilini durumun içinden gelgitlerle ve akıl sağlığını yitirmenin sınırından anlatan Otec, bir yandan gerilim düzeyi yüksek olmayı başarırken, bir yandan da canlı ve hareketli görselleriyle seyirciyi filme bağlıyordu.
Filmde kusursuz iyi oyunculuklar sayesinde travmaları seyirciye geçirmekte hiç sorun yaşamayan bir filmle karşılaşıyorduk. Atmosfer kurmadaki becerisi sayesinde son derece yıkıcı bir film ortaya çıkartılmış. Bu yılın belki de en dikkat çeken filmlerinden birine imza atılmış. Ama çok az seyirciye ulaşacak olması üzücü denilebilir.
Sleepless City
İspanya’daki bir çingene bölgesindeki yaşamı, orada yaşayan çocukların gözünden betimlemeye çalışan Sleepless City, aidiyet ve aile bağlarını kendi içinde sorguluyordu. Buna ek olarak: ”İnsan kökeninden dolayı durumunu kabullenmeli midir, yoksa hayatı için daha iyisini istemeli midir?” sorusunu sordurtuyordu.
Filmin bazı görsellerinin, bu yılın yerli film festivallerinde ödül şovuna girişen Tavşan İmparatorluğu’na fazlaca benzediğini söylemek gerekiyor. Nihayetinde toplumsal gerçekçi üslubunu başarılı bir şekilde seyircisine sunsa da sınırlı senaryo yapısıyla vasat bir film olmaktan kurtulamıyordu.
The Wave
Gloria filmiyle adını tüm dünyaya duyuran Sebastián Lelio, yeni filmi The Wave / La Ola’da Şili’deki üniversite protestolarından yola çıkarak tacizci ve istismarcı erkeklerin hegemonyasına karşı feminist bir başkaldırı başlatan öğrencilerin hikâyesini sıradışı bir müzikal biçiminde anlatıyor.
Hikayenin odağına Julia adlı bir kızı koyarken; film başlı başına bir me-too müzikali olarak görkemli görsel imge şovuna dönüşüyor. The Wave, sürreal gerçekliğini sonuna kadar kullanırken, belli anlarda kendiyle dalga geçerek odağındaki konuyu bir festivale dönüştürüyordu. Bu yılın ilginç örneklerinden biri olan filmin senaryosunu fazla uzatması sebebiyle seyirciyi yorduğu gerçeğini kabul etmemiz gerekiyor. Bu ayrıntıyı es geçersek yönetmenlik şovlarını sevenler için bulunmaz nimet denilebilir.
Reedland
Hollanda’nın kırsallarında bir cinayetin gölgesinde tekinsiz sazlık görsellerinin içinde bir paranoya hikayesi karşımıza çıkıyor. Hollanda gibi medeniliğin simgesi bir ülkede bile kadınların sosyal hayatında şiddetle mücadele etmesi sorunsalı dünyanın ne kadar içinden çıkılmaz bir girdabın içine girdiğinin kanıtı gibi yorumlanabilir.
Reedland, tarım işçisi karakterinin buhranlarından yola çıkarak onun iç dünyasındaki kaybolan erkekliğinin dışa yansımalarını inceliyordu. Bölgenin gizemli atmosferi filmi polisiye bir hikâyeye taşımaya çalışsa da senaryonun bu türün gerektirdiği nitelikleri karşılayamaması beklentiyi boşa çıkarıyor.
Hammarskjöld
Dönemin BM sekreteri Hammarskjöld’ün bir yandan Kongo iç savaşına beş kala kendini konumlandırdığı önemli rolü üzerine odaklanan film, öte yandan bu önemli figürün bastırılmış eşcinselliğini yeniden keşfetme sürecini de yan hikaye olarak sunuyordu.
Bir Birleşmiş Milletler sekreterinin ülke lideri gibi radikal kararlar vermesi ve onun sömürgeciliğe karşı duruşu özellikle ülkesi İsveç’te önemli bir kamu insanı olmasını sağlamıştı. Hollywood tarzının hakim olduğu film, çoğunlukla memur tarzda çekilen biyografi filmlerden hallice bir yönetmenliğe sahipti. Filmdeki kimi kötü çekilmiş kriz anlarına rağmen, bir dönemi arşiv niteliğinde hatırlatması belirli bir izleyici kitlesini tatmin ediyor; ancak tümüyle “olmuş” bir film hissi de vermiyor.
Divine Comedy
Ülkemizde sevilen yeni İranlı yönetmenlerden Ali Asgari son filminde, yine bir önceki filminde olduğu gibi İran’daki yasaklar üzerinden bir komedi kurgulamış. Anaakım ve arthouse sinemaya hizmet eden insanlar arasında karşılaştırmalar yaparken, İran’da yasaklı bir filmin gösterimi üzerine beyin fırtınası yapmayı hedefliyor.
İçinde çiğ bir mizah seviyesi olmasından kaynaklı, daha yerel bir kitlenin eğlenebileceği bir film ortaya çıkmış. Yaratılan tüm karakterlerin karikatürize edilmesi ve eleştirilen anaakım sinemaya hizmet etmesi de ironik bir durum oluşturmuş. Sevenlerinin bayılacağı ama niş zevkler düşkünü seyircinin de orta şeker keyif alabileceği bir film var ortada.
Dragonfly
Kadrosunda Andrea Riseborough gibi iyi bir İngiliz oyuncuyu barındırmasıyla dikkat çeken Dragonfly, yönetmen Paul Andrew Williams açısından ilginç bir gerilim denemesi denilebilir. Komşuluk ilişkileri ve yaşlı insanların istismarı üzerine dostluk filmi görünümünde bir gerilim yaratıyor.
Riseborough’un karakterinin tekinsizliği sayesinde birkaç ümit vaat edici sahne tasarlansa da, Ken Loach tarzı toplumcu bir gerilim yapma fikri, maalesef finalinin iyi tasarlanamaması sebebiyle heba ediliyor. Küçük bütçeli bu film, sosyal hizmetlerin işlevsizliğine eleştiri yaparken; güven mevzusunu tekrardan düşünmemizi sağlıyor.
Haktan Kaan İçel’in diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.






















Yorumlar