Kelly Reichardt, Cannes’da Ana Yarışma seçkisinde yer alan yeni filmi The Mastermind ile her zamanki meditatif sinemasının yeni bir örneğini veriyor. Yönetmenin daha önce içini boşaltıp yepyeni bir yaklaşımla yorumladığı western’den sonra bu kez soygun türüne yöneldiği film, Josh O’Connor’ın canlandırdığı JB karakterinin düzenlediği bir müze soygunu ile açılıyor.
Mekan gözlemleme, ekip toplama, ekipman ayarlama ve en sonunda soygunu gerçekleştirme anı derken yönetmen, türün ezbere bildiğimiz neredeyse tüm kodlarını bir çırpıda aradan çıkarıyor. Halihazırda ondan beklediğimiz şekilde yavaş bir gözlemcilikle akan bu soygun süreci sona erince, Reichardt’ın eşsiz sineması yavaşça tesir etmeye başlıyor. Görünen kılıfının aksine The Mastermind, heyecanlı bir soygun yerine amaçsızca yaşayan sayısız Amerikalı’dan birinin olaysız hayatını konu alıyor.
Sistemin Yarattığı Boşluklar
70’lerin başındayız. Vietnam Savaşı hiç olmadığı kadar kötüye giderken televizyonlar, sokaklar ve kampüslerde düzenlenen protestolara dair haberlerden geçilmiyor. Hayatın her alanında kutuplaşan insanlarla dolu ülkede huzurla yaşamak neredeyse imkansızlaşmış. Öte yandan JB, her akşam babasının gündem hakkında söylendiği yemeklerde büyük bir sinirle tabağını seyretse de aslında pek tepkili biri değil. Ne haberlerde söylenenler ne de aile hayatı umurunda. Yaşamının her anında kayıtsız kalmaya sanki büyük bir özen gösteren JB’nin aklında sadece tek bir şey var: sık sık ziyaret ettiği müzeyi soymak.
Gelin görün ki filmin ismi her ne kadar öyle önerse de, JB pek de büyük bir deha sayılmaz. Bunu en çok soygun sonrasında tabloları gizlemek ve dikkat çekmemek konusundaki plansızlığından anlıyoruz. Özellikle ahırda geçen uzun bir sahne, JB’nin en anlamsız şeyler için bile göstermek zorunda kaldığı eforu dolaysız bir şekilde resmediyor. Bu açıdan, soygun türünün çoğu zaman karakterler için yaşattığı büyük adrenalin ve gerilim bombardımanının soğuk bir anti-tezini izliyoruz. Reichardt, kendisinden bir tepki beklediğimiz karakterin sakin hayatını olabilecek en hesapsız şekilde gözlemlemeye devam ediyor.
The Mastermind, yönetmenin her eseri gibi seyircinin izni dahilinde büyüyen bir film. Zira, güzel sanatlar mezunu JB’nin yaptığı soygunun arkasında büyük bir neden yok. İzleyici olarak karakterin yaşadığı aksiliklere karşı endişe duyamıyor, ona hiçbir anında sempati hissedemiyorsunuz. Reichardt; son derece başıboş, amaçsız, ve duyarsız bu karakterin pasifliğini ilginç yollarla keşfediyor. Sıradan Amerikan banliyösü hayatında JB’nin yaptıkları –bunun karşılığını aldığını hiç göremesek de- bir önem taşıyor olabilir, ancak karakter ikinci yarıda uzun bir yolculuğa çıktığında tüm bu otantiklik kayboluyor.
Nitekim, daima olmayanı arayan JB’yi ülkenin hiçbir yerinde mutlu bir son beklemiyor. O, Reichardt’ın kamerasında gitgide soluklaşırken ortaya Amerika tarafından terk edilmiş onca insandan yalnızca birinin portresi çıkıyor. Günahlarının affı için kendi vatandaşını cezalandıran hükümetin gözünde JB sadece bir sözle aklanırken, yine tek bir dikkatsizlik anında ise dibi boylayabiliyor. Özellikle final sahnesi ile uzun süre akıllardan çıkmayacak The Mastermind’ın yavaş ritmi içinde başarı kadar başarısızlık anı da hemen gelip çatabiliyor. Reichardt, daha çok bu iki varış noktası arasındaki çökük ve umutsuz karakter çalışması ile ilgileniyor.
Politik Bir Kaybolmuşluk Hali
Reichardt’ın daha önce sayısız kez çalıştığı görüntü yönetmeni Christopher Blauvelt, 70’leri -zamanın sinemasına uygun şekilde- bulanık ve grenli bir görsellik ile ele alıyor. O döneme ait “Yeni Hollywood” ekolü içinde gördüğümüz çoğu film gibi, The Mastermind da temsili yollarla sistemle hesaplaşan bir yapım.
Hays Yasası’nın kalkmasından hemen sonra gördüğümüz bu politik sinemacılık anlayışı; örneğin The Graduate’te bir yasak ilişkiyi nesiller arası çatışmaya dönüştürebiliyor, Scarecrow’da ise iki arkadaşı sistemin farklı kutupları olarak resmedebiliyordu. Reichardt, karakterden koptuğumuz her an bizi de ilginç bir duyarsızlık hissi ile çevreliyor. Onun uzun planları akıp giderken yönetmenin sinemasına uzak olanlar bir şeyler yaşanmasını bekliyor, ancak karşılaştıkları tek şey -sıradan Amerikan yaşamındaki gibi- kaçınılmaz bir aidiyetsizlik oluyor.
Bununla beraber, filmdeki kasıtlı boşluğun her zaman istendiği gibi çalışmadığını söylemekte fayda var. Reichardt’ın özellikle Certain Women ile harika bir yelpazesini sunduğu diyalog yazımı, maalesef burada beklenen kadar yoğun ve ayrıcalıklı bir tat vermiyor. Bunun temel nedenlerden biri, yönetmenin JB’nin yola çıktığı ikinci yarıya kadar banliyö hayatında fazla takılı kalması. Oradaki gürültüsüz ve olaysız hayatı ilginç bir gözlem alanı olarak gördüğünü tahmin etsem de, daha incelikli bir kurguyla yönetmenliğinin güçleneceğini düşünüyorum.
Ustalıklı Bir Ritimsel Anlatı
Reichardt, soygun sürecini Showing Up’taki gibi meditatif bir egzersiz olarak kullanırken, JB’nin sürgünü andıran yolculuğunu ise Wendy and Lucy’deki gibi bir başıboşluk ile donatıyor. Eşzamanlı olarak Meek’s Cutoff ve First Cow’daki yapıbozumcu tür yaklaşımları; olayın öncesindeki heyecan üzerinden değil, sonrasındaki boşluk ile temellendirilen bir soygun alt türü tasarımıyla karşımıza çıkıyor. Nihayetinde The Mastermind, her yönüyle Reichardt’ın eşsiz sinematik evreninin yeni bir üyesi. Yönetmenin sıkı takipçileri, eminim bir an olsun yabancılık hissetmeyerek tüm bu referansları yakalayacaktır.
The Mastermind’ın en önemli özelliklerinden biri de müzikleri. Rob Mazurek’in ritmik caz melodileri, beklenmedik bir anda çalmaya başladığında filmi eşsiz kılmaya yetiyor. Müziklerin çoğunun, sıradan soygun filmlerine kıyasla bir merak veya heyecan yaratmak amacıyla kullanılmadığını söylemek gerek. Zira Reichardt, bateriye ağırlık veren besteleri JB’ye vadedilen o büyük yaşam amacının belirdiği sahnelerde ironik bir yaklaşımla ele alıyor. Bu açıdan müzik kullanımının arttığı veya tam tersine filmin sessizleştiği anları ikinci bir izleyişte incelemek ve aralarındaki örüntüyü anlamak, son derece ilginç detayları açığa çıkarabilir.
Reichardt’ın hayatı değil, onun fon seslerini mercek altına aldığı herhangi bir eseri için de aynısını önermek pekala mümkün. Yönetmenin anlatıya dair kurduğu ustalıklı hakimiyet, filmlerinin olaysız akışı içinde kendini belli etmese de her zaman oralarda bir yerlerde duruyor. The Mastermind onun en iyi işlerinden biri olmasa da, alışıldık virtüözlüğünü ve iddiasız sinemacılığını aynı özenle sürdürdüğü yeni filmi olarak sevenleri için adeta bir hazine.
Tunahan İbiş’in diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar