İspanyol sinemasının en büyük yönetmenlerinden olan Pedro Almodóvar, Sigrid Nunez‘in “What Are You Going Through” kitabından uyarladığı yeni filmi The Room Next Door ile geri döndü. 3 yıl önce yaptığı Parallel Mothers‘ın ardından, araya Strange Way of Life adında bir orta metraj da sığdıran Almodóvar, hiç ara vermeden yeni uzun metraj filmine imza atmış oldu. Uzun yıllardır İngilizce bir film yapmak için uğraşan Almodóvar, bu isteğine son 4 yıl içerisinde çektiği The Human Voice, Strange Way of Life ve The Room Next Door ile kavuşmuş oldu.
Dünya prömiyerini Venedik Uluslararası Film Festivali’nde yapan The Room Next Door, oradan büyük ödülle döndü ve “En İyi Film” dalında ödül alan filmlere verilen Golden Lion‘un (Altın Aslan) sahibi oldu. Ayrıca yine bu festivalin en anlamlı ödüllerinden olan Brian Award‘ı da kapmasını bildi. Brian Award kısaca rasyonellik, insan haklarına saygı, demokrasi, çoğulculuk, bireyselliğin teşviki, vicdan, ifade ve araştırma özgürlüğü, kamu kurumlarında tüm vatandaşlar için eşit fırsatlar ilkesi, cinsiyet, cinsel kimlik, cinsel yönelim, din veya felsefi duruşlara dayalı temaların hakim olduğu filmlere veriliyor.
Julianne Moore, Tilda Swinton, John Turturro ve Alessandro Nivola gibi önemli oyuncu kadrosuyla dikkat çeken The Room Next Door, Türkiye prömiyerini Filmekimi kapsamında yaptı. Filmi Filmekiminde izleyemeyen sinema severlerin bekleyeceği tarih ise çok uzakta değil. Çünkü The Room Next Door, festival dışında da ülkemizde gösterilecek ve 1 Kasım’da vizyona girecek.
Ölüm Korkusu ve Üstesinden Gelmek
Çok satan yazarlardan biri olan Ingrid, birkaç yıldır iletişimini kaybettiği savaş gazetecisi arkadaşı Martha ile yeniden bir araya gelir. Ancak Martha kanserdir, hastanede yatıyordur ve ölümüne sayılı günler kalmıştır. Bu nedenle birbirinden uzak kalan iki arkadaşın tekrar buluşmaları, bağlarını yeniden güçlendirmiştir. Geçmişlerine giderek anılarını, anekdotlarını, sevdikleri sanat eserlerini ve filmlerini paylaştıkları muhabbetlere dalmışlardır. Ancak Martha, Ingrid ile yeniden güçlenen bağlarını sınayacak bir istekte bulunur: Ölmeden önce mükemmel bir evde güzel günler geçirip, sonrasında ötanazi hapı alarak son nefesini vermeyi düşünen Martha, orada tek başına ölmek istemediği için, yanında Ingrid’in de kalmasını istemektedir.
The Room Next Door için Almodóvar‘ın “ölümü kucaklaması” denilebilir. Almodóvar, bu film ile yüzleşmemiz gereken ölüm korkusunun üstesinden gelmekle kalmıyor, yaşadığımız hayatın acı gerçeklerine, geçen hızlı zamanın duygusal yüküne ayna tutuyor. Hikayeye girdikçe, anlatılan öykünün ölüm temasına karşı sergilediği duruşu anladıkça, filmin adeta meditasyon görevi üstlendiğini anlamak da çok zaman almıyor.
Martha, ölüm gerçeğini kabul etmiş, bunu artık olağan gören bir karakter olarak karşımıza çıkarken, Ingrid ise ölüm korkusu yaşayan ve ölüm üzerine konuşmaktan dahi çekinen bir karakter olarak portre ediliyor. Filmin olay örgüsünde durumu ilgi çekici yapan da bu aslında. Martha, her an her şeye hazırken, Ingrid ise korkularıyla yüzleşmeye başlıyor. Ingrid, Martha’nın son günlerinde onunla beraber kalmayı kabul ettikten sonra dünyanın vazgeçilmez en önemli gerçeği ile baş başa kalıyor: ölüm.
Hayatta İki Gerçek Vardır:
Ölüm ve Yaşam
Bir demecinde “hayatta iki gerçek vardır: biri ölüm, diğeri ise yaşama şeklin” der, Jean-Paul Sartre. Martha, ötanazi hapı alıp acısız bir şekilde hayatına son vermeden önce, Ingrid ile paylaştıkları bunu göstermektedir. Martha, hayatında birçok şeyi başarsa da, önemli işler yapsa da içinde onunla kalan tek şey pişmanlıklarıdır. Bu pişmanlıklar ise birer ukdedir. Onu biraz olsun rahatlatan ise paylaşmanın ve anlaşılmanın verdiği huzurdur, bu huzuru sağlayan ise Ingrid’den başkası değildir.
Fakat bu filmin Martha merkezli bir hikayesi olmadığı unutulmamalı. Çünkü öbür yandan da Ingrid’in değişim öyküsü söz konusu. İki karakter arasındaki entelektüel etkileşimden doğan bir drama var karşımızda. Ingrid’e geldiğimizde, onun hayatı hakkında genel bir kanıya varılamasa da Martha ile arasındaki farkları görmek mümkündür. Bunlardan en anlaşılanı kendini merkeze aldığı hayatında, gerçeklerden olabildiğince kaçmasıdır. Fakat Martha ile kurduğu yeni bağ ve birlikte geçirdikleri o özel günler, onu sadece duygusal açıdan değil, birçok konuya olan bakış açısı anlamında da değiştirecektir.
Ingrid için ölüm reddedilebilir, göz ardı edilebilir, hatta üzerinde durulmaması gereken bir mevzuyken, Martha’nın ölüme giden kısa yolculuğunda ona eşlik edişi birçok şeyi değiştirecektir. Ingrid, en başta evde beraber kalma meselesine karşı çıksa da, tek bir soruya aldığı cevap dahi onun değişim başlangıcı olmuştur. Ingrid, “yanında kalması için daha yakın birini istemez misin?” diye sorduğunda, Martha hiç kimsenin onun isteğini kabul etmediğini söyler. Ingrid, Martha için ilk seçeneklerden biri dahi değilken, bir nevi başını eğerek, yalnızlıktan ürkerek onu istemiştir. Çünkü hayatın sonunda yanımızda kim varsa ona tutunuruz.
Bir Kapı Aralığı Uzağındayım
Ingrid ve Martha, kısa süreli taşındıkları evde William Faulkner, Ernest Hemingway, James Joyce ve Roger Lewis hakkında konuşuyorlar. Edebi ve sinematik referanslarla dolu, hayatlarının özü olan sanatı evin kalbi haline getiriyorlar. Orası, bir kapı aralığında yaşanabilecek en kötü güne kadar yaşamla dolu hale geliyor. Çünkü Martha, kaldığı odanın kapısını aralık bıraktığında hapını alıp hayatına son vermiş olacağını Ingrid’e söyler. Ingrid ise her gün o odanın kapısını kontrol eder.
Ev, entelektüel ve duygusal sohbetlerle yaşam dolarken, mimarisi ve renkleriyle de iç açmaktadır. Canlı renkler baskındır ve hikayenin dramatik temasının aksine, yaşayan ve nefes alan bir evin içerisindeyizdir. Bunda Almodóvar‘ın hikayeyi aktarma biçimi de etkilidir. Almodóvar, depresif bir tondan kaçarak, hali hazırda melodrama açık bir anlatıyı olabildiğince sade ve huzurlu bir şekilde izleyiciye geçiriyor. Bu şekilde izleyiciyi de ölümün gerçekliğine en acısız şekilde hazırlıyor.
Bu açıdan bakıldığında aralık kaldığında ölümü çağrıştıracak olan odanın kapısının rengi dahi kırmızıdır. Bu renk Japon kültüründe “kurban etmek” ve “ölüme işaret” anlamına gelmektedir. Eski zamanlarda, kırmızı renk savaşçıların, özellikle samurayların savaş sırasında giydiği bir renkti ve bu renk savaşçıların savaşa giderken ölümü göze aldığını gösterirdi. Kırmızı, aynı zamanda Tanrılara sunulan kurbanları ve kanı simgelediği için dini ritüellerde de kullanılmaktadır. Almodóvar ise durumu şöyle açıklıyor: “Kırmızı kapı önemliydi, çünkü bu film ölümle ilgili. Birçok yönden, Japon kültürüne işaret eden dramatik bir jestti; bu kültürde kırmızı, ölecek birini sembolize eder. Kırmızı bir giysi giyerler.”
Ayrıca Almodóvar, filmdeki baskın renkler ve eve olan etkisi hakkında şunları ekler: “Canlı renkler benim imza stilimin bir parçası. Anlatıyı görsel olarak sade tutmak istesem de, her zaman renge başvururum. Hikâyenin mutlaka üzücü ya da sıkıcı olmasını istemedim, ölümü de canlı ve enerjik göstermek istedim. Ölüm, Tilda‘nın karakterinin hayat dolu olmasının bir parçası; ölümü kendi ellerine almaya karar veriyor. Bu canlılığı görünür kılmak istedim, bu yüzden doğanın içinde, renkli mobilyalarla, kırmızılar ve yeşillerle çevrili güzel bir yeri gösterdim. Bu benim için karakterin kendi yaşam enerjisini filmin görsel diline aktarmanın bir yoluydu.”
Almodóvar, Büyüleyici Kariyerine Harika Filmler Eklemeye Devam Ediyor
Tilda Swinton‘ın başrolünde yer aldığı, aynı zamanda bir Jean Cocteau uyarlaması olan The Human Voice (2020) ve Ethan Hawke ve Pedro Pascal‘ın başrollerini paylaştığı Strange Way of Life (2023), Almodóvar‘ı İngilizce uzun metraja hazırlayan süreçlerdi denilebilir. Böylelikle Almodóvar, kendi başına Amerikalı oyuncularla nasıl çalıştığını denemek ve görmek için iki İngilizce kısa film yaparak deneyim kazandı. Fakat bu deneyim kazanılmış olsa dahi, The Room Next Door, Almodóvar için hala yeni bir meydan okumaydı.
The Room Next Door izlerken, mekan olarak nerede olduğunuzu tam olarak anlayamıyorsunuz. Evet, film Amerika’da geçiyor ama o kültür bu filmin içinde neredeyse tamamen yok. Bunda Almodóvar‘ın filmi olabilecek en minimalist biçimde aktarmasının da etkisi büyük. Kendi stili ve sinema anlayışı sadece dil olarak değişiyor, ülke olarak değil. Hatta tam olarak bu nedenle, diyaloglar dahi kulağınıza tuhaf gelebiliyor. Eğer Almodóvar filmografisine aşina değilseniz, İspanyol kübist diyalogların, bu filmde İngilizce olarak donuk ve garip bir hâl almasını sorgulamanız absürt kaçmayacaktır.
Almodóvar bu durumu şöyle açıklıyor: “Amerikalı gibi duyulması gereken bir İngilizce istedik. Filmlerim asla doğalcı olmadı. Mırıldanma, geveleme ya da sıradan konuşmada olan duraklamaları hiç amaçlamadım. Dilimin yoğun ve kesin olmasını seviyorum. İspanyolca ise buna çok uygun. Bu filmin çekimlerinde ise Tilda ve Julianne bazen bana, ‘Pedro, bence bu replik şu şekilde söylense çok daha iyi olur’ dediler. Özellikle Julianne ‘Bu özel ifade, yazdığın şekliyle biraz fazla edebi geliyor ve gündelik değil’ dedi. Onlara, gündelik dil kullanmadığımı açıklamama rağmen ısrar ettiler. Onları dinledim ve birkaç ifadeyi değiştirdim. Israrımdan vazgeçtim, çünkü elbette İngilizcemi onların İngilizcesiyle kıyaslayamazdım. Sonunda pes edip dili biraz değiştirmek zorunda kaldım.”
Almodóvar, The Room Next Door‘da farklı bir kültür ve dille çatışma durumuna girse dahi, filmde aktarmak istediklerini harika bir şekilde işlemeyi başarıyor. Her Almodóvar filminde olduğu gibi, karşımızda bir kez daha görsel açıdan büyüleyici, doygun renklerin ağır bastığı bir hikaye var. Tilda Swinton ve Julianne Moore‘un muhteşem performansları ise yer aldıkları her dakikada bir çiçek misali açıyor. The Room Next Door, gerek ölümü ele alma biçimi, gerekse de bu duyguyu yansıtmadaki başarısıyla, Almodóvar‘ın büyüleyici filmografisinde iyi bir yer ediniyor.
Ferit Doğan‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar