Çoğu hayranın Terminator serisiyle ilişkisi genelde sevgi-nefret üzerine kuruludur. Yönetmen James Cameron‘ın kâbuslarından ortaya çıkan Terminator, yıllar geçtikçe bir şakaya dönüştü. Bunun en temel nedeni, 1991 yılında çıkan Terminatör 2: Mahşer Günü‘nden beri seride kayda değer tek bir filmin bile yapılmamış olmasıdır. 2019 yılında Tim Miller imzalı Terminatör: Kara Kader‘den ümitli olanlar vardı. Yapımcı koltuğunda Cameron‘un oturması ve Linda Hamilton‘ın geri dönüşünün yarattığı nostalji hissiyle bu filme ümitlendiler sanırım. Sonuç çok değişmedi; film bir fiyaskoydu ve gişede battı. Terminatör serisinin de artık tabutuna son çiviyi çaktığımızı düşünüyordum, fakat böyle olmadı. Hiç beklemediğim bir yerden, Netflix’ten gelen Terminator Zero, işleri değiştirdi.
Kökleri Modernize Etmek
Terminator Zero çok tanıdık sularda yüzüyor. Hikâyesinin geçtiği mekânlar, karakterler ve yaşananlar oldukça tanıdık, fakat bir o kadar da modern işlenmiş. Direniş savaşçısı Eiko (Sonoya Mizuna), Skynet’in ölümcül yapay zeka kıyametini önlemek için 1997’ye geri gönderildiğinde, bunu hemen hissediyorsunuz. Bu bildiğimiz ve sevdiğimiz, Kyle Reese tipi bir karakter. Tek farkı, Michael Biehn‘in bu karakteri derinleştirmek için yeterince zamanı olmamasıydı. Eiko’nun ise bolca zamanı var. Ona verilen görev de, Kyle Reese’e verilen görev kadar önem arz ediyor: Skynet’in kıyamet getiren yapay zekası Kokoro’yu (Rosario Dawson) yaratan bilim adamı Malcolm Lee’yi (André Holland) korumak. Bu görev, insanlığın kaderini belirleyecek kritik bir adım olarak karşımıza çıkıyor.
Bununla birlikte Terminator Zero, eski işlere pek çok saygı duruşu yapmasına rağmen sırtını onlara yaslamıyor. Bir bilim kurgu animesine yakışır şekilde, makine ve yapay zeka bağlamındaki etik tartışmaların altını çizmiş. Arnold Schwarzenegger‘in T-800’ü yıllar içinde bir şakaya dönüşmüştü. Terminator Zero, insanın içindeki ilkel korkuları harekete geçiren, insafsız bir T-800 portresiyle geri dönüyor. Bunun temeli, yazar Mattson Tomlin‘e göre, Cameron‘ın eski bir röportajına dayanıyor. Bu röportajda Cameron, en başta T-800 için Lance Henriksen‘i düşündüğünü söylemiş. Karakterin yapısı da bir iri kıyımdan ziyade, insanlar arasına karışabilen bir casus tiplemesi olarak tasarlanmış. Terminator Zero‘da da bunun etkisini görmek mümkün.
Production I.G ve Tomlin
İnsanları bu animeyle ilgili en heyecanlandıran detay, geçmişte Ghost in the Shell ile adından söz ettirmiş stüdyonun da bu işin bir parçası olmasıydı. Ghost in the Shell, tarihin en iyi bilim kurgu eserlerinden biriydi. Bu nedenle Terminator Zero için de daha iyi bir stüdyo düşünemezdim doğrusu. Bu stüdyonun teknik kapasitesiyle, Mattson Tomlin‘in (The Batman Part II) kalemi ve Masashi Kudô‘nun (Bleach) becerisiyle birleşince ortaya çok iyi bir iş çıkması, elbette tesadüf değil. Bütün parçalar, animenin genel kalitesini çok ama çok artırıyor. Stan Winston ve Cameron‘un zamanın ötesindeki sibernetik tasarımlarını Akihabara estetiğiyle başarılı şekilde buluşturuyorlar.
Burada bahsedilmesi gereken bir diğer detay da animasyondaki tercihler olacaktır. Terminator Zero, vahşet ve grafik şiddet tasvirleri noktasında hiç geri adım atmıyor. İlk iki bölüm ağırlıkta olmak üzere, animenin tamamında gözlerinizi kaçırmak isteyeceğiniz sahneler var. Bu sahneler elbette fetişize edilmiş bir halde değil; tam tersine, hikayeye hizmet eden bir şekilde sunulmuş. Yapılmış en korkunç Terminator tasviri belki de bu eserde dersem, yanlış bir şey söylemiş olmam. Anime formunda olmasına rağmen, live action versiyonunu kendisinden utandıracak bir görünüme sahip.
Terminator Zero, her hayranın şu anda açıp izlemesi gereken bir iş olarak karşımıza çıkıyor. Seriyi John Connor’ın etki çemberinden çıkartıp lensini başka bir hikayeye odaklıyor. Sekiz bölümlük anime sonunda kendinizi ikinci sezonu bekler halde buluyorsunuz.
Uğurcan Çağlayan‘ın diğer yazılarını da okumak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Twitter, Instagram, Discord ve Letterboxd aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Tales of the Teenage Mutant Ninja Turtles: Birlikte Daha Güçlü
Yorumlar