The Butler ve Precious filmleri ile adını duyuran Lee Daniels, bu sefer Netflix üzerinde 30 Ağustos’ta yayınlanan The Deliverance ile tekrar yönetmen koltuğunda. Filmin kadrosunda müzisyen ve oyuncu Andra Day, Fatal Attraction, Dangerous Liaisons gibi kült filmlerden tanıdığımız Glenn Close, Stranger Things dizisinden ün kazanan Caleb McLaughlin, ve Mo’Nique gibi isimler yer alıyor.
Konusunu gerçek bir hikayeden alan The Deliverance, Indiana’da yeni bir eve taşınmış bir anne ve çocuklarının, evin bodrum katının şeytani ve esrarengiz olaylara yol açtığını keşfetmesini konu alıyor.
Bu yazı film hakkında spoiler içermektedir.
Kötü Senaryo ve Vasat Bir Anlatım
The Deliverance için daha öncesinde izlediğimiz birçok korku filminin esaslarını alan, oldukça kötü bir senaryoya sahip, yeni olmayan birçok şeyin karışımı diyebiliriz. Bu karışıma eklenen oldukça kötü bir senaryo ve oldukça kopuk bir anlatım, filmi kötü bir taklide dönüştürüyor. 1 saat 52 dakikalık süresi boyunca bize neredeyse hiçbir şey anlatmıyor. Filmin rejisi dahil hiçbir kısmı işlemiyor. Ses ve kurgu tasarımının eksikliği göze batıyor. Ele aldığı konuya yaklaşımı, süresi boyunca oluşmuyor. Hikayenin sahip olmadığı gerilimi kendi vasatlığı oluyor. Bir noktadan sonra kendisinin parodisi halini almaya başlıyor.
Filmin tüm karakterlere bakış açısı oldukça sıkıntılı. Karakterler, hiçbir kısımda derinleşemiyor. Hikaye karakterlerle hiçbir noktada bir paylaşım sağlayamıyor ve süre ilerledikçe karakterlerin kararlarını anlamaya çalışıyoruz. Fakat ardında yatan nedenleri ve ani değişimlere sebep bulamıyoruz. Evin annesi Ebony’nin film boyunca yaşadığı ruhsal değişimler, annesi ve çocuklarıyla olan ilişkisi hiçbir şekilde işlemiyor. The Deliverance bu noktayı fazlaca kullanmaya çalışıyor ama yine anlaşılmayan hatta yerini komediye bırakan abartılı dramatik sahnelere sebep oluyor.
Klasikleşmiş Korku Kalıpları
The Deliverance, korku filmlerinde görmeye alıştığımız birçok klişeyi barındırıyor. Bir filmin klişelere sahip olması oldukça normal bir durum. Bu noktada sorun; filmin klişelere sahip olması değil, bu klişeleri hikayeye eşlik etmeyen bir şekilde kopuk ve anlamsız yerlerde kullanması. Filmin, kendince hikayesini anlatmayı başardığını sandığı hikayenin ilk kısımlarında, cama çarpan ve ölen bir karga ve bodrum katında ölü bulunan siyah bir kedi görüyoruz. The Deliverance, bu olayları bir uğursuzluk ve tekinsizlik sembolü olarak kullanıyor fakat bu klişe durumu yine oldukça kopuk bir dille anlatıyor. Bu iki sahneyi uğursuzluk sembolü olarak kullanırken bile kendine ait bir imza taşıma niyeti göstermiyor.
Yine başka bir klişe kullanım olan, evin en küçük çocuğu Andre üzerinden tasarlanan gerilim, filmin hiçbir noktasında işlemiyor. Andre, filmin hikayesi içerisinde evin bodrum katından şüpheleniyor ve bir şeyin onu çağırdığını hissediyor. Bunun üzerine bodrum kapısına doğru ilerlediği birçok sahne izliyoruz. Andre’nin kendi kendine konuştuğu ve iblis ile hayali bir arkadaşlık kurduğu sahneleri görüyoruz. Bu sahnelerin hiçbirinde yine bir anlatım özgünlüğü ya da yönetmen dokunuşu göremiyoruz. Eksiklik olmasının yanında, neler anlatıldığını da anlamakta zorluk yaşıyoruz. Film, sahip olduğu fazla sayıdaki klişesini çok kötü ve en sığ şekilde kullanıyor.
Gerilim Yaratmayan Güldürü Unsurları
The Deliverance‘ın harika oluşturduğunu düşündüğü atmosferini korkuyla süslediğini sandığı birçok sahne var. Bu sahneler, korkuya yaklaşamadığı gibi çoğunlukla gülünç kalıyor. Öncelikle Andre’nin kötü makyajı, kötü efektlerle yapılan atlama ve sıçrama anları, filmi korku konseptinden uzaklaştırıyor. Bir sahnede Andre’nin evin köşesinde duvara baktığını görüyoruz. Film, sahnenin gerilimini o kadar veremiyor ki Andre sanki ceza duvarına konulmuş gibi duruyor. Karakterin şeytanlaşmış sesi ve gülüşü, adeta bir Scary Movie serisinden çıkmış gibi duruyor. The Deliverance bu anlarda bir parodiye dönüşüyor.
Ebony karakterinin bitmek bilmeyen gerginliği ve ailesiyle arasında geçen fazla küfürlü konuşmalar, filmin bir noktada amacının güldürü olduğunu düşünmemize yol açıyor. Bu anlar, gerçekçilikten uzak, gergin bir insandan daha fazlasına kaçarak karikatürize oluyor. Ebony’nin annesi Alberta’nın ölüm sekansında gördüğümüz ruhun somut tasviri, adeta bir Scooby-Doo canavarı formunda bir çizgi film karakteri gibi duruyor.
Filmin son sahnesinde ise yine oldukça kötü bir matematik yer alıyor. Film boyunca iblis yüzünden, annesini kaybeden, çocuklarını çeşitli hastanelere yatırmak zorunda kalan Ebony. İblisle bir nevi karşılaştığı sahnede daha önce aklına gelmeyen ve karar veremediği şeyi yapıyor. Bir anda sadece İsa’ya sığınarak şeytanı yok ediyor. Hikaye, başlı başına her açıdan kötü bir matematiğe sahip olduğunu bir kere daha yineliyor.
The Deliverance, kötü fikirleri, taklide dönüşmüş sahneleri, vasat kalan tüm teknik ve hikaye esaslarıyla oldukça temelsiz bir hiyerarşiye sahip. Lee Daniels, yarattığı tüm eksileriyle yetersiz kalan bir güldürü şöleninden ileriye gidemiyor.
Ahmet Duvan‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar