0

Sinema tarihinde, Amerika dışında çekilmiş pek çok iyi filmin Hollywood uyarlaması bir başka filmi çekilir. Bu Amerikalılar’ın sinemayı sektör haline getirdikleri ilk yıllardan beri süregelen bir davranış. Tuhaftır ki bu filmlerin ortak özelliklerinden biri de genelde kötü uyarlama olmalarıdır. Çünkü bu filmler genellikle yönetmenin değil yapımcının, hikâyenin değil uyarlanıyor olmasının ön planda olduğu işlerdir. İşte bu uyarlamalara bu yıl da yeni bir “killer” filmi ekleniyor: The Killer.

Sinemanın başlıca karakterlerinden biri de seri katiller ya da suikastçılardır. Her yıl onlarca seri katil filmi vizyona girer. Hatta öyle ki neredeyse her yıl adı “The Killer” olan bir film çıkar. İşte bu yılın The Killer’ının yönetmen koltuğunda da John Woo oturuyor. Film, yine John Woo’nun 1989 yılındaki aynı isimli filminin bir uyarlaması. Yönetmen, yaklaşık 40 yıl sonra kendi filminin uyarlamasını yine kendi çekmiş. Üstelik ilk film, çıktığı günden bu yana Hollywood’un markajında olmasına rağmen! 77 yaşındaki John Woo’nun filmografisindeki en iyi birkaç filminden birinin uyarlamasını, yine kendisi çekmek istemesi her şeyden önce cesur bir tavır. Bu açıdan yönetmeni takdir etmek gerek. Ancak ortaya çıkan sonuç ne yazık ki pek iç açıcı değil.

Zayıf Bir Uyarlama

İlk filmin senaristliğini tek başına yapan John Woo, bu filmde Brian Helgeland ve Josh Campbell ile beraber çalışıyor. Senaryo ekibi elbette hikâyede bazı değişikliklere gidiyor. En temel değişiklik ise şüphesiz başkarakter olan suikastçının cinsiyeti. İlk filmde erkek olan bu karakteri bu filmde Nathalie Emmanuel oynuyor.

Olaylar Fransa’da geçiyor. Film henüz ilk 5 dakikasında merkezinde Zee’nin (Nathalie Emmanuel) olduğu bir çatışma ile açılıyor. Özellikle ilk yarım saatte, yani filmin ilk çeyreğinde Zee, kendini büyük çatışmalar içinde buluyor. Silah ve tüfek kullanımında usta olduğu kadar ellerini ve bacaklarını kullanma konusunda da oldukça usta. Yakın dövüşte oldukça iyi. Bu çatışmaların tamamına dar bir siyah elbisenin içinde girmesiyle de oldukça havalı bir kadın.

Zee, filmin ilk çeyreğinde bir barda girdiği kavgada masum bir şarkıcı olan Jenn’i (Diana Silvers) kazara kör eder. Mesleğine rağmen ahlaki normların farkında olan bir kadındır ve hemen Jenn’e yardım eder. Öldürdüğü her insan için de bir mum yakar. Hatta patronu Finn’den (Sam Worthington) aldığı her iş için önce o kritik soruyu sorar: “Bu adam ölmeyi hak ediyor mu?”

Zee’nin karşısında elbette onu yakalamak üzere görevli bir de polis var: Sey (Omar Sy). Sey, siyahi, iri yarı ve karizması oldukça yüksek bir polis. Bu iki karşı karakter bir hastanede karşılaşır. Film boyunca bu ikilinin “kaçan kovalanır” hikâyesini izleriz. Bu kadar basit bir olay örgüsüne rağmen 1989’da başarılı olan Woo, 2024’de o kadar da iyi bir film ortaya koyamıyor. Bunu sadece “zamanın ruhu” gibi basit bir yerden açıklamak istemem. Ancak yeni versiyonda kesinlikle bir ruhsuzluk, dahası yüzeysellik var.

The Killer (2024) Film İncelemesi | Arakat Mag

Tipik Bir Hollywood Uyarlaması

Film kendi yönetmeni, üstelik de John Woo gibi bir yönetmen tarafından uyarlanıyor. Ancak buna rağmen yazının başında bahsettiğim Hollywood uyarlaması filmlerin neredeyse tüm kodlarını taşıyor. İlk film gösterime girdiği ilk yıllarda Hong Kong tür sinemasını Batı’ya tanıtan en önemli filmlerden biri olmuştu. İkinci film ise tipik “ısmarlama” bir suikastçı filmi olmanın ötesine geçemiyor. 1989’daki film yeri kolay doldurulamayacak türden bir film. Bunu en iyi John Woo’nun biliyor olması gerek.

John Woo’nun bir önceki İngilizce filmi Silent Night’dı. 2023 yapımı bu film, oğlunun intikamını almak isteyen bir babayı anlatıyordu. Bu, yine İngilizce bir film olmasına rağmen The Killer’a kıyasla çok daha John Woo kodlarını taşıyan bir filmdi. Yani sorunun filmi İngilizce çekmek değil, uyarlama bir film çekmek olduğunu düşünüyorum.

The Killer (2024) Film İncelemesi | Arakat Mag

Teknik Açıdan da Zayıf

Aksiyonu bol filmlerin en önemli unsuru teknik detaylardır. Yani hiçbir şeyi iyi olmasa bile eğer teknik açıdan iyi bir filmse seyir zevki yüksek olur. John Woo bu filminde ne yazık ki teknik açıdan da zayıf kalıyor. En azından kendisinden beklenileni karşılayamıyor.

Her şeyden önce, film boyu süren ekranı bölme yöntemini konuşalım. Filmin içerisinde zaman zaman ekran birkaç parçaya bölünebiliyor. Örneğin iki karakter telefonda konuşurken ikiye bölünen bir ekran görüyoruz. Zaman zaman üçüncü bir ekran açılıp bahsi geçen konuyu (örneğin bir çatışmayı) izliyoruz. Bunu tabii ki ilk kez bu filmde görmüyoruz, örnekleri çok. Ancak bu filmdeki sorun, seyircinin biraz hafife alınması. Anlatılan bir sahneyi bir de aşağıda yatay ekranda göstermek bana basit televizyon dizilerini anımsattı. Bunun yapılması, yapılsa dahi bu kadar sık yapılması bence gerekli değil.

Bir başka ucuz televizyon dizilerini anımsatan unsur da ağır çekim sahneler. Bazı çatışma sahnelerinde mermilerin ağır çekimde gitmesi, polis memuru Sey’in ağır çekimde yürümesi gibi olaylar filmi iyiden iyiye hafifletiyor. Bunun yerine çok daha akışkan dövüş sahneleri düşünülebilirdi. Yukarıda bahsettiğim “John Woo’nun kodları” söylemimden kastım bu. John Woo ustaca aksiyon sahneleri yazabilen, dahası bunları rahatlıkla çekebilen bir yönetmen. Bu filmde bu sahneler neden bu kadar yüzeysel kalıyor anlayabilmiş değilim.

Her şeye rağmen bu sahnelerde iyi bir şey yok mu? Elbette var. Görüntü yönetmeni Mauro Fiore, kamerasını ustalıkla kullanıyor. Çatışma sahnelerindeki basit dövüş sahnelerine rağmen kamera hareketleriyle seyirciyi koltuğa sabitliyor. Filmin diğer yanlarına rağmen en iyi yanı dövüş sahneleri. Dövüş sahnelerinin en iyi yanı da kamera hareketleri. Bazen hızlı, bazen yavaş hareket eden kamera özdeşlik kurmamızda çok etkili. Üstelik bunu neredeyse hiç omuz üstü kamera kullanmadan yapıyor. Yer yer dar koridorlarda gezinen kamera, klostrofobi duygusunu hiç şüphesiz iyi hissettiriyor. Trafik sahnelerindeki patlamalar da basit ama yine de oldukça etkileyici. Sadece dar koridorlarda değil, dışarıdaki sahnelerde de oldukça iyi bir kamera kullanımı var.

Filmin bazı noktalarında yine “seyirciyi hafife aldığını” düşündüğüm ama fena sayılmayacak bir kurgusu var. Zach Staenberg, film boyunca sık sahne değişimi üzerine dinamik bir kurgu inşa ediyor. Bu durum, tempoyu yükseltmek için iyi bir fikir. Başarılı da olduğunu söyleyebiliriz. Kurguda rahatsız olduğum şey ise zamanda geri dönüşler yapılırken ortaya çıkıyor. Kısa sahnelerle geri dönme fikri oldukça kötü. Burada da sahneyi bölerken kullanılan düşünce hakim. Bir olaydan söz edilirken çok kısa bir sahneyle geçmişe gidilip hemen geri dönülüyor. Zamanda atlama kurgusunun böylesine pek denk geldiğimi hatırlamıyorum.

The Killer (2024) Film İncelemesi | Arakat Mag

İyi Niyetli Kötü Sonuç

Hong Kong’un önemli yönetmeni John Woo’nun 77 yaşında hala film çekebiliyor olması çok iyi bir durum. Kendi filminin bir uyarlamasını yıllar sonra İngilizce olarak tekrar çekmek istemesi de önemli. Bu, bir yönetmenin yıllar sonra kendini tartması demek. Yazı boyunca ortaya çıkan sonucun kusurlarını anlattım. Bu sonuç kendime şu soruyu sormama neden oldu: Acaba büyük filmler çeken bazı yönetmenler bir süre sonra en başa, acemilik zamanlarına dönüyor olabilir mi? Bunun böyle olduğunu iddia etmiyorum ama başka da bir soru aklıma gelmiyor.

The Killer, önce 1989 versiyonunun izlenmesi gereken bir film. İkinci filmden sonra kıyas edilmesi muhakkak gerekli. Aksiyon severlerin seveceği ama uzun süre akıllarında kalmayacak bir film.

Can Ahmet Çelik‘ın diğer yazılarına bakmak için buraya tıklayınız.

Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.

Blink Twice: Hatırlamak Ona İyi Gelecek

Alien: Romulus: Kiminin Rüyası Kiminin Kabusu

 

Watchmen Chapter I: Ortalama Bir Adaptasyon

Previous article

The Rings of Power: 2. Sezon 1. 2. & 3. Bölüm İncelemesi

Next article

Yorumlar

Yorumlar kapatıldı.

You may also like