DC animasyon konusunda hep beğendiğim bir stüdyo olmuştur. Eski işlerine cidden bayılıyor olsam da Tomorrowverse serisi ile pek iyi işler yapmadıklarını düşünenlerdenim. 2020’de Superman: Man of Tomorrow ile başlayan bu film serisi Justice League: Crisis on Infinite Earths üçlemesi ile de sonlandı.
İlk filmi 9 Ocak, ikinci filmi 23 Nisan ve son filmi 16 Temmuz’da yayınlanan bu çizgi roman uyarlaması üçlemeyi, iyisiyle ve çoğunlukla kötüsüyle sizlerle inceleyelim.
Ekip Toplanıyor
Crisis on Infinite Earths hikayesi farklı evrenlerden kötülerin ve kahramanların bir araya geldiği büyük bir hikaye. Bu bir Justice League filmi olsa da aslında net bir Barry Allen filmi. Barry’i ve Iris’i izlemeyi sevenleri üzmeyecektir. Çünkü bu Justice League’in kalbi, çok net bir şekilde Flash.
Hikaye Barry’nin hayatının dönüm noktalarını ziyaret etmesiyle başlıyor. Bunları istemsiz yapıyor tabi ki ama onu buna zorlayan gizemli birisi olduğunu da görüyoruz. Gizemli karakterimiz Barry’e dünyasının yok olacağını söyleyip durmakta. Barry gelecek tehlikenin farkındadır ama gelecek tehlike kolay kolay engellenecek bir şey değildir.
Bu sırada Lex Luthor ise Amazo isimli android’i ile başka işler peşinde. Kahramanlarımız, Amazo ile savaşında ciddi yara alan Superman’i iyileştirmek için Wayne Malikanesi’nde toplanırlar. Flash, bu toplantı sırasında Justice League isimli takımı kurma önerisinde bulunur. Ekip kurulur, Lex ve Amazo yenilir ama çok daha büyük bir tehdit dışarıda beklemektedir. İşin bu kısımları bu kadar büyük ölçekli bir hikaye için sıkıcı geçmekte bana göre. Çok büyük bir Batman fanı olmama rağmen Flash’ın olmadığı hiçbir sahne beni heyecanlandıramadı ilk filmde.
Çoklu Evrende Kargaşa
Filmlerde tabi ki çok büyük bir kargaşa var ama asıl değinmek istediğim kargaşa başka. Üç filmin de tempo kazanıp oturması için 1 saat boyunca oradan oraya atlayarak izlemeniz gerekiyor. Örneğin Amazo’nun hikayesi Tomorrowverse’ün bir önceki filminde anlatılsa ve bu filme sarkmamış olsaydı, Crisis on Infinite Earths çapına daha uygun bir başlangıç yapabilirdi. Sonuçta daha büyük bir felaketin olduğu gösteriliyor ama filmler asıl mevzuya geç dalıyor.
Justice League toplandıktan sonra Monitor çok daha büyük bir ekip toplar. Amaç ise bu anti madde krizine bir çözüm aramaya başlamak. Uzun uğraşların ardından buldukları çözüm de her dünyada bulunan güç kulelerini aktif etmek. Hala göremediğimiz bir düşmana karşı yapılabilecek idarelik de olsa iyi bir hamle. Dünyası yok olacak olan Barry’nin ise Iris ile güzel anılarını görüyoruz. Ki ilk filmdeki yegane iyi şeylerden. Barry ve Iris filmin duygusal yükünü çekmekte. Bu yüzden de film bittikten sonra Barry’nin ölümü herkesi üzüyor.
Hani Justice League?
İlk filmde bir Justice League kuruluyor ama sanırım Barry ile beraber bu ekip de ölüyor. Çünkü bir daha bu ekibin ismini hiç duymuyoruz. Sanırım DC’de çapı büyük her hikaye için Justice League etiketi yapıştırılması gerekiyor.
İkinci filmde hikaye daha da karmaşıklaşıp yine uzun bir süre gerçek amacından sapıyor. Bu filmde de hikayeyi taşıyan karakterler, Supergirl ve Psycho Pirate. Supergirl’ün Monitör ile olan bağı ve Psycho Pirate’ın gerçekten kim olduğuna film gerçekten çok fazla zaman harcıyor. Ki bu sahneler Flash’ın sahneleri kadar iyi olsaydı çok laf etmezdim ancak asıl amaçtan ciddi şekilde koparıyor.
Sona doğru kahramanlarımız hem yaratıklara karşı hem de birbirleriyle savaşmaya başlıyor. Aynı zamanda da Anti Monitor’ün varlığından haberdar oluyoruz. Birbirleriyle diyorum çünkü Batman’in Batgirl, Robin, Batman Beyond gibi karakterlerle savaştığı anlamsız bir sahne de var. Sonrasında galiba karakterlerimize de yaptıkları eylem çok saçma geliyor ve büyük resme odaklanmaya başlıyorlar.
Evreni Sıfırlayan Hikaye
DC, yönetmenlere bu büyük hikayeyi üç filmde anlatacaklarını söylemiş ancak yönetmenler bu fırsatı olabilecek en kötü şekilde değerlendirmiş. Infinity War ve Endgame filmlerinde insanların Thanos’u bu kadar sevebilmesinin bir sebebi vardı. Karakterin hem bir kişiliği vardı hem de çok sevdiğimiz o süper kahramanlara çaresiz hissettiriyordu. Anti Monitor kişilik tarafından hiçbir şekilde yararlanamıyor. Dev boyutlu kocaman bir yaratık dünyaları yok ediyor. Bu da izleyiciye üç filmlik bir uyarlamanın son bir saatine kadar; “Neden bu olaylar yaşanıyor?” sorusunu sorduruyor.
Çizgi romandan bu kadar kopuk anlatılmış bir hikaye, epik ve dramatik olması gereken anları izleyiciye geçiremiyor. Bu bir çizgi roman uyarlaması olmasa belki bu kadar laf edilmezdi ancak yazarların daha iyi hikaye anlatabileceğine olan inançları gerçek fanları ciddi şekilde üzüyor.
Kevin Conroy‘u Batman, Mark Hamill‘i ise Joker olarak son kez görmek üçüncü filmin yegane iyi şeylerinden biriydi. James Krieg‘in çizgi romandan daha iyi bir hikaye anlatmaya çalışma çabası olmasa belki de çok iyi gitmeyen Tomorrowverse’e en azından güzel bir veda edilebilirdi. Umarım DC sevdiğimiz animasyon kalitesine döner de bu tarz özensiz işleri izlemek zorunda bırakılmayız.
Poyraz Akyol‘un diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar