0

Daha temelleri atıldığında ölü doğan Gotham’ın; köklü ve soylusundan yoksuluna kadar yozlaşmış toplumunun güç istismarı ve yolsuzlukla dolu geçmişi, dünden bugüne yolculuğa çıktığımız bu yeni hikayede sinemanın yapıtaşları, vizyoner bir yönetmen ve onun ilham aldığı diğer ustalarla da temas kurduğunda karşımıza bir sanat eserinin çıkacağı konusunda hepimiz hemfikir olmuştuk bana kalırsa..

Aynı isimli bilimkurgu romanından uyarlanan, 1968 yılında ilk filmi Planet of the Apes ile büyük ses getiren serinin öncesine dayanan Dawn ile War devam filmlerinin yönetmeni Matt Reeves’in; Christopher Nolan’ın son Batman filmi The Dark Knight Rises’tan 10, Zack Snyder’ın Batman v Superman: Dawn of Justice filminden tam 6 yıl sonra, Robert Pattinson’lı yeni ve ilk Batman filmine sonunda kavuşmuş bulunmaktayız.Matt Reeves’in yeni bir Batman filmi yöneteceği konusunda haberler geldiğinde takvimler Batman v Superman: Dawn of Justice’in biraz sonrasını gösteriyor ve bu filmin Ben Affleck’in canlandırdığı karaktere odaklanacağı söyleniyordu fakat Affleck’e karşı beslenen kararsız nefret, Warner Bros’un yanlış kararları, Zack Snyder’ın kurmaya çalıştığı DC sinema evreninin geleceğini sekteye uğratınca ve Reeves de Affleck’in yazdığı senaryoyu beğenmeyince genç bir Bruce Wayne ile birlikte kendi tarzı, vizyonu ve istekleri doğrultusunda anlatacağı daha yeni ve bağımsız bir Batman filmi için Warner Bros. ile anlaştı. Sonrasında senaryoyu yazmaya başlayıp hemen ardından Robert Pattinson’ı da role uygun gördükten kısa bir süre sonra ise filmin çekimlerine pandeminin hemen öncesinde başlandı.

Robert Pattinson’ın Batman’i canlandıracağı duyurulduğunda her zaman olduğu gibi hayranlar arasında tartışmalar görüldü. Pattinson’ı sadece Twilight’tan tanıyanlar çok kötü bir oyuncu olduğunu düşünürken buna ek olarak en kötü Batmanler’den biri olacağı konusunda karar birliğine varmışlardı fakat Pattinson’ın, Kristen Stewart ile birlikte Twilight’tan hemen sonra rol aldığı filmler ve birlikte çalıştıkları yönetmenler onların geleceği konusunda neler olacağının birer işaretçisiydi. Zira Kristen Stewart bu yıl Spencer’daki Diana performansıyla şu an Oscar’a oldukça yakın. Pattinson’ın Safdie Biraderler’in Good Time’ı, Robert Eggers’in başyapıtı The Lighthouse ile özellikle kendini kanıtladığı yakın dönemde Batman olacağının duyurulması, sinemayı yakından takip edenler için güzel bir haberdi. Gün geldi çattı, sinemada The Batman’i izledik ve Pattinson’a karşı hiçbir kuşkusu olmayan bizlerin bunun mükafatını artık aldığımızı düşünüyorum.

Matt Reeves filmin senaryosunu yazdığı Peter Craig ile karakter gelişimi konusunda hikayenin geneline yayılan bir iş çıkarmayı başarıyor. Pattinson’ın Batman’i henüz toy olmanın da getirdiği baştan sona psikolojisi mahvolmuş, ne düşündüğünü bilmeyen ve bazı ciddi konulardaki ters bakış açısıyla yanlış düşüncelere sahip olan bir karakter stiline sahip. Film içinde yaşadıklarıyla birlikte sona doğru o kadar iyi evriliyor ki devam filmlerinde hangi yönleriyle birlikte karakteri gelişecek, kestiremiyorum bile. Yaş aldıkça oturup çizgi romanlardaki klasik Batman rolünü üzerine alacaktır. Bir Wayne olarak da gündelik hayatında kendisini eve kapatmış, sosyallik kalmamış, maskesinin altında sadece bir insan olmasının dışında, kırılgan ve bir hiçliğe hapsolmuş çocuk edasıyla canlandırılmış eşsiz bir performansla karşılaşıyoruz. Robert Pattinson Batman maskesinin altında kurgusal değil, kati suretle gerçektir.Karakterlerin geçmişini Gotham ile ilikleyip bağlayan Matt Reeves bu yol üzerinden yürürken hiç de zorlanmıyor. Zoe Kravitz’in canlandırdığı Catwoman sinemada gördüğümüz kendisine eş, karakteri diğer canlandıranlar arasında kesinlikle en iyisi, sanki çizgi romanlardan bu dünyaya gelmiş gibi. Karakteri de aynı şekilde doğru ilerleyen, hikayeye katkısı bulunan bir şekilde seyir gösteriyor. Colin Ferrell’ın Penguen’i ise oldukça şaşırtıcı, komik ve kurnaz. Filmin hikayesine bir Batman kötüsü olmaktan ziyade hikayeye yardımcı karakter olarak alınmış hissiyatını çok güçlü bir şekilde veriyor. Sadece bir takma isim olarak Penguen ve karşımızda henüz OZ  olarak duruyor. Sonraki filmlerde Batman’in ana düşmanı olacak kadar büyüme potansiyeli filmin geneline yedirilmiş ve gelecekteki hikayenin temelleri atılmış. Jeffrey Wright’ın Jim Gordon’ı çok iyi olsa da şimdilik bir fark yarattığı konusunda şüpheler olacaktır. Gordon hep aynı… net olarak iyi, ahlaklı bir insan. Keskin çizgileri var ve onlarla bir yazar / yönetmen olarak oynamak büyük bir cesaret gerektirir. Batman’in oldukça genç bu sürümünde ona akıl hocalığı edebilecek net olarak karakterine kavuşmasına yardımcı bir Gordon bir de Alfred var zaten, bu sebeple karakteri filmde doğru bir konumda duruyor.

Yardımcı karakterler olan Carmine Falcone ve Penguen’i kötü olarak saymayıp kaale alacağımız tek ana kötümüzün Paul Dano’nun canlandırdığı The Riddler’ın farkına varıp yola çıktığımızda; karşımıza Heath Ledger’ın Joker’inden bu yana ne yaptığını bilen, davasını ne uğruna gerçekleştirdiği motivasyonunu elinde barındıran, Marvel filmlerine nazaran kötünün neredeyse film genelinde hiçbir etkisi olmayıp sonunda yenilmesiyle biten hikayelere zıt, ana kötümüzün filmi ve gelecekte neler olabileceğini derinden etkileyen bir yapısı olduğunu çok net olarak görebiliyoruz. Riddle temasının filmin köklerine kadar işlenmiş olması ve bunun bir oyuna dönüştürülmesi, filmi iyi yapan en büyük etkenlerden birisi. Dedektiflik anlatısı da işin içine girdiğinde ne yaptığını iyi bilen bir yönetmenin filmini izlemeye devam ediyoruz. Özellikle filmin başından sonuna kadar katilin yüzünün saklanması ile birlikte Sevenvari anlatımın etkileri de çok iyi yansıtılıyor. Matt Reeves bu filmleri örnek alırken ne yaptığı konusunda gayet yetkin ve ciddi bir rol üstleniyor, başarıyor da…Bruce son 1  yıldır  Gotham’daki gecelerini intikamcı bir maskeli olarak geçirirken Batman olarak 2. yılına yeni girmektedir. ”Gotham Projesi” adı altında tuttuğu günlük aracılığıyla seyirciyle bağ kurmasının sağlanması güzel bir tat bırakırken; Watchmen’den tanıdığımız bağımsız DC karakteri ve evrenin en iyi dedektiflerinden biri olarak anılan Rorschach’ın diline yakın olan bu tercih, filmin etkisini yükseltmesi hedeflenirken tona çok yakışıyor.

Cadılar Bayramı gecesinde açılan hikaye Riddler’ın maskesinin altında kendisine ne kadar zıt bir karaktere bürünebileceğine şirayet ederken, ardından gelen Batman sekansıyla birlikte iki karakter arasındaki empati sağlanıyor. İkinci kez tekrar izlediğimizde hikayeyi tam olarak kavramış olduğumuzdan da dolayı her detayı ve hikayenin barındırdığı sırlar ve bilmecelerin keskinliğini daha açık bir şekilde görebiliyoruz. Matt Reeves de bu durumu “Maskeli olma kavramı ve ne anlama geldiğini keşfetmek” gayesiyle olduğunu açıklıyor. The Batman girişi ve finaliyle birlikte bakıldığında tam ortasından itibaren birbirine paralel sahnelerle kısmi bir ayna görevi görüyor. Birbirine benzeyen 2 sahnenin başlangıcı ile de birlikte bu durum teşhir ediliyor.

Filmin Batman ile birlikte büyük bir rol üstlenen diğer ana karakteri Gotham olurken şehir yaratımındaki ustalık daha ilk dakikalarda atmosferiyle birlikte seyirciyi içine çekiyor. Diğer Batman serilerindeki Gotham tasvirlerinde ya sadece gotik ve kirli ya da Nolan serisinde Begins filmi dışında düz bir Amerikan eyaleti temsili görülürken burada ise daha Avrupa odaklı, çizgi romanlarda tasvir edildiği gibi katolik, kirli paslı ve biraz da Cyberpunkvari bir Gotham ile karşılaşıyoruz. Filmin Londra, Liverpool ve Glasgow gibi şehirlerdeki çekimleri, bizim dünyamızdan olan bu şehirlerin çarpraz birleşimiyle birlikte gözlerimizin önüne serilen Gotham’ı daha değerli kılıyor. Şehrin canlı durmasındaki diğer bir artı ise soylular ve yoksullar arasındaki mekan tasarımlarının eşit derecede olması ve bunu hissetirmesiyle etkiyi realist bir biçimde aktif kılıyor.

Gotham tarihinin derinliklerine inen ve Batman’in dedektiflik yönünü en iyi şekilde anlatabilmeyi başaran tek film olma özelliği taşıyan bu yeni hikayede politik gerilim unsurları, Riddler’ın temasına ait bir altyapı ile birlikte filmin içine işlerken, Bruce’un aile mirası üzerinden de savını destekleyici bir unsur haline getiriyor. Şehrin en büyük suç şebekesinin lideri olan bir adamın, politika ve emniyet gibi alanlardaki çevrelerin kontrolünü elinin altına alması, Gotham’ın ilerlemesine ve suçun bir türlü azalamamasına sebep olurken bütün toplumun yaşamını olumsuz yönde etkileyen yozlaşmış şehir tasvirine adapte ediliyor. Bruce’un Batman olarak doğuşu da bütün bunlar bir araya geldiğinde başlıyor. Michael Giacchino’nun bestelediği parçalar da yaratılan atmosfere fazlasıyla yakışıyor.

Eksi yanlara gelirsek… Sona doğru filmin afalladığı ve ilk yarısındaki tonun yerini koruyamaması gerçeği ve buna ben de katılıyorum. Stüdyo filmi olmasından da kaynaklı olarak hızlı bir inişe geçmek zorunda kalınıyor . İlk kesimi 3,5 saatten uzun olan yönetmen kurgusunun sinemalarda gösterim konusunda seans sayısını arttırmak nedeniyle kısaltıldığını ve diğer bütün olumlu özelliklerle birlikte ele aldığımızda göz ardı edilebilir durumlar ki benim anlayışıma göre onlarca doğru birkaç yanlışı olduğu gibi götürüyor. Filmin bu haliyle de uzun olduğu konusunda hemfikirim hatta spoiler olduğu için burada yazamasam da belli bir noktada bitirilmesi filmi bütün bu iyi noktalarıyla birlikte iyi kapatabilirdi ama daha fazlasına da asla hayır demezdim ben. Diğer bir sorun da The Batman’in IMAX’te gösterilmesine rağmen bir IMAX formatında kesimi olmaması. Bu durum Matt Reeves’in tercihi mi yoksa 200 milyon $ olan bütçenin çoğu reklam giderleri olduğu için IMAX teknolojisi için yetersiz geldiği mi? durum şu anlık maalesef belirsiz…

Sözün özü… The Batman; yıllardır beklediğimiz, uğrunda heyecanlandığımız ve istediğimiz o filmdir. Atmosferi, oyuncu performansları ve örnek aldığı klasik suç filmleriyle birlikte çizgi roman uyarlaması filmler arasında nadir görebileceğimiz bir tona sahip olduğu açıkça görülebilmektedir. Matt Reeves, ekibiyle birlikte yıllardır üzerinde çalıştığı bu film ile yaptıklarının ne kadar iyi olduğunu baştan sonra kanıtlar ve bunu bizlere sunarak övgüleri sonuna kadar hak ediyor. The Batman 2022’nin ilk yarısında Robert Eggers’in The Northman’i ve Sam Raimi’nin Doctor Strange in the Multiverse of Madness’ı ile birlikte sinemada görmemiz gereken en büyük 3 filmden biri.

Daha da iyi filmlerde sinemada görüşmek üzere, sağlıcakla kalın.

8.9

Umut Tiryaki
Genel yayın yönetmeni ve yazar.

Red Rocket: Amerika’nın Kirli Rüyası

Previous article

Her Gün Aynı Mücadele: Lucky

Next article

You may also like

Comments

Comments are closed.

More in DCU