Netflix yapımı filmler içerisinde adını koyamadığım bir film çeşidi var. Bu filmlere “kullan-at” ürünlerden ilhamla “izle-unut” filmler diyorum. İşte bu izle-unut filmlere 16 Ağustos Cuma günü bir yenisi daha eklendi: The Union.
Yönetmenliğini Julian Farino’nun yaptığı filmin senaristleri de Joe Barton ve David Guggenheim. Filmin yönetmenini özellikle Giri/Haji dizisinden hatırlıyoruz. Bu dizinin etkileri bu filmde de özellikle aksiyon sahnelerinde görülüyor. The Union, geneli itibarıyla kusurlu ancak yine de keyifli zaman geçirmek için ideal bir film.
İyi Oyuncular, Kusurlu Senaryo
The Union’un en temel sorunu bana kalırsa senaryo. İyi bir senaryodan kötü film çıkarmak çıkarmak kolaydır ancak kötü bir senaryodan iyi bir film çıkarmak çok zordur. Bu filmde de bununla karşılaşıyoruz. İki senaristi olmasına rağmen ortaya cılız bir senaryo çıktığı için filmi kotarmak çok zor. Fakat filmde senaryonun aksine çok iyi oyuncular var. Mark Wahlberg, Halle Berry ve J. K. Simmons bu oyunculardan sadece birkaçı.
Mike McKenna (Mark Wahlberg), yerli bir mavi yakalı. Filmin girişinde onu üstü çıplak olarak görüyoruz. Deneyimli istihbarat ajanı Roxanne Hall (Halle Berry), deri kıyafetiyle mükemmel bir performans sergiliyor. Gizli bir işçi sınıfı ajan grubu Union’un lideri de Tom Brennan (JK Simmons). Filmdeki belki de en iyi performans Simmons’ın diyebilirim, çünkü bu karakter yalnızca J.K. Simmons’ın gösterebileceği türden bir oyunculukla sergileniyor.
Matrak Bir Hikaye
Filmde adalet kavramı hep belirsiz bir şekilde sunuluyor. Kurgusal anlamda yapılan dokunuşlar da hiçbir zaman tamamen anlaşılır durumda değil. The Union’da her şey oldukça basit bir şekilde ilerliyor. Bu basitliğin yanında Wahlberg ve Berry’nin yıldız etkisinin sıradan bir soygun senaryosunda bile şüpheli görünen bir durumu örtbas etmesini umuyoruz. Berry’nin canlandırdığı Roxanne, düşük profilli, etkili bir şekilde çalışan ve CIA’in seçkinci yaklaşımına karşı çıkan, uzun süredir bu gizli federal ajansın bir ajanı olan mavi yakalı işçilerin bir üyesidir.
Film, Trieste’de bir CIA firarisini kurtarma operasyonunun başarısızlığa uğradığı ve Roxanne’in en yakın ortağı Nick Faraday (Mike Colter) dahil birkaç ajanın öldüğü bir kriz anıyla başlar. Kısa sürede belirtilen sebeplerle görevi tamamlamak için Roxanne’in McKenna’i tanımlayışıyla “hiç kimse”ye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sebeple ekibe Wahlberg’in karakteri Mike katılır. Mike, küçük bir New Jersey kasabasında annesiyle (Lorraine Bracco) birlikte yaşar. Burada bir inşaatta çalışıyordur. Ayrıca, yedinci sınıftaki İngilizce öğretmenleriyle yaşadığı flört hakkında tekrar eden de bir olay vardır.
Mike ve Rexanne çocukluk arkadaşları. Bunun için tercih edilen başrol oyuncuları da iki eski dost. Bu kastı bu şekilde seçmenin şüphesiz avantajları var. Örneğin Wahlberg ve Berry’nin 90’lı yıllardan kalan birkaç fotoğrafını da jenerikte görüyoruz. İşte bu detaylarla birlikte The Union’ın bir kez daha kötü senaryoya rağmen cast ile kotarılmaya çalışılan bir film olduğunu anlıyoruz. Mike ve Rexanne 25 yıl boyunca konuşmamalarına rağmen hala hemen birbirleriyle dalga geçebilen ve etkileşime girebilen iki kişi olarak oldukça inandırıcılar. Bu yüzden de hemen bir göreve beraber katılmayı kabul edebiliyorlar.
Vasat Olsa da Eğlenceli Bir Aksiyon Filmi
The Union’ın en iyi tarafı eğlenceli olması. İyi bir aksiyon olamasa da eğlenceli bir aksiyon filmi olmayı çok rahatlıkla başarmış bir film. Hikâyeye bu açıdan bakmaya devam edersek belirsiz bir şekilde açıklanan görev, Batı müttefiklerine hizmet etmiş kişilere dair hükümet istihbaratını geri almak, komik bir evrak çantasında saklamak ve böylece insanları korumaya devam etmekten oluşuyor.
Film, başlangıç seviyesindeki sınıf siyaseti nedeniyle yaltaklanma havası taşıyor. Ancak, çoğunlukla işe yaramasını sağlayan, sevimli ve normal insanları oynama konusunda yetenekli Simmons ve Wahlberg ile duygusal zayıflıklarını kontrol etmeye çalışan aşırı yetenekli dövüşçü Berry’nin performansına bağlı.
Tekniğiyle Ritmini Koruyor
Teknik açıdan değerlendirecek olursak filmi birkaç açıdan ele alabiliriz. Her şeyden önce kurgusuna bakalım. The Union, hikâyesini lineer bir akışla anlatıyor. Bunu yaparken de iyi bir ritim tutturuyor. Özellikle belirli aralıklarla önümüze çıkan araba ile kovalamaca sahneleri, ritmi yükselten en önemli şey. Film bu sahnelerin dışında da belli bir ritmi tutturup o ritmi koruyor.
Bir başka önemli teknik unsur da şüphesiz sinematografi. Görüntü yönetmeni Alan Stewart, kamerayı cesurca kullanıyor. Özellikle aksiyon sahnelerinde kullandığı hareketli kamera bizi filmin içine alıyor. Bu sahnelerin büyük bir çoğunluğunda dublör kullanıldığı ve daha sonra oyuncuların bu sahnelere oturtulması şüphesiz zor bir iş. Bu açıdan da iyi çalışılmış bir film The Union.
The Union yazının başında uydurduğum “izle-unut” tanımına en uygun filmlerden birisi. Gündelik hayatın telaşında eğlencelik bir şeyler izlemek isteyenler için çekilmiş tipik bir ticari sinema örneği. Bu beklentilerle izlemek isteyen herkese gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir film. Ancak izleyeceklerin çok büyük şeyler beklememesi gerektiğini de hatırlatayım.
Can Ahmet Çelik‘ın diğer yazılarına bakmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar