Saint Maud ile tüm dikkatleri üzerine çeken ve bir anda günümüzün en heyecan verici genç yönetmenlerinden biri olmayı başaran Rose Glass, yeni filmi Love Lies Bleeding ile geri döndü.
Katy O’Brian ve Kristen Stewart‘ın başrollerini paylaştığı film, Ed Harris başta olmak üzere tüm yardımcı oyuncu kadrosuyla da dikkat çekti. Sundance Film Festivali‘nde yapılan prömiyerin ardından övgüler alan Love Lies Bleeding, şu sıralar yılın en çok tartışılan filmleri arasında yerini aldı bile.
Bu Sizin Bildiğiniz, Alıştığınız Suç Filmlerinden Değil
Spor salonu müdürü Lou’nun (Kristen Stewart), Las Vegas’taki bir yarışmaya giderken kasabadan geçen vücut geliştirmeci Jackie’ye (Katy O’Brian) aşık olmasını konu alan Love Lies Bleeding, alıştığımız veya yıllardır şahit olduğumuz klasik suç/intikam filmlerinden biri değil. Rose Glass, gerçeküstücülüğü neo-noir bir atmosferle birleştirerek izleyiciye sürprizlerle ve şaşırtıcı anlarla dolu bir yolculuk, hatta deneyim sunuyor.
Gerçeküstücülük eğer doğru yapılırsa, sinemada her zaman büyü yaratan ve izleyiciyi “deneyime” götüren bir izlenim sunmuştur. Sürrealist hareketi bu kadar değerli kılan ise “deneyselliğidir”. Sanatın gerçekliği temsil etmesi şeklindeki geleneksel işleve meydan okumakla kalmamış; şok edici, mantıksız veya absürt imgeler ve Freud‘cu rüya sembolizmini kullanmıştır. Rose Glass ise Love Lies Bleeding ile bu sembolizmi fazlasıyla tuhaf biçimde kullanmakla kalmıyor, sürrealist hareketi modern sinemaya taşıyor.
Love Lies Bleeding tam anlamıyla kışkırtıcı, cesur, karanlık, şaşırtıcı, şiddet dolu ve kesinlikle korkutucu. Tüm bunları etkili kılansa, normal şartlarda “gerçekliğini” kabul ettiğimiz bir olay örgüsünün içine hayaller, halüsinasyonlar ve rahatsız edici imgeler girmesi. Ayrıca intikam almaya dönüşen hikayenin, izleyiciye beklenmedik ters köşeler yaratması da başarılı. Bu ters köşeler senaryonun beklenmedik bir yere evrilmesinden çok, anlamlandırılamayan o gerçeküstücülük sayesinde öne çıkıyor. Bu da filme özgünlük ve heyecan katıyor.
Alışılmadık Bir She-Hulk Masalı
Filmin intikam ve suç ögelerinin yanı sıra, vücut geliştirme üzerine olduğunu söylemek mümkün. Rose Glass bir röportajında durumu şöyle açıklıyor:
İnsanların bedenleriyle olan ilişkisi ve içeride olup bitenler hakkında dışarıdan bir şeyler söyleme fırsatı her zaman ilgimi çekmiştir. Vücut geliştirme ise işleri takıntılı bir uç noktaya itiyor.
Filmde de bu takıntının çok iyi kullanıldığını görebiliyoruz. İlaçlar, kusursuz görünme hissi, kabul görülme ihtiyacı gibi meseleler de ön plana çıkıyor. Bu noktada Lou’nun suçlu bir aileden gelen sıkıntılarından çok, Jackie’nin psikolojisine odaklanıldığını görebiliyoruz. Film ise Jackie üzerinden alışılmadık bir She-Hulk masalı yaratıyor. Alışılmadık diyorum, çünkü Marvel’da gördüğünüz gibi süper kahraman durumu yok ortada.
Jackie üzerinden gerçeküstücülük kullanılarak yaratılan bu She-Hulk masalı, özellikle hikayenin şiddet dozunun arttığı anlarda önümüze çıkıyor. Jackie’nin, Lou ile olan aşk ve romantizm dolu sahnelerini unutuveriyoruz. Böylece de Rose Glass, en beklenmedik anlarda tıpkı bir rüya gibi, karakterin ruh halini ve iç dünyasını keşfetmemizi sağlıyor. Bu bağlamda Rose Glass‘in karakter çalışmasındaki güçlü yönlere de rastlıyoruz.
Baştan Sona Süregelen Tekinsizlik
Ross Glass‘in bu filmde yaptığı iyi şeylerden biri de suçlu ve acımasız bir baba olan Lou Sr.’ı (Ed Harris) resmen şeytanlaştırması. Karakterin motivasyonundan ve gizemli geçmişinden habersiz kaldığımız film boyunca, onu sürekli tehdit olarak görmemizi sağlıyor ve asıl patlama noktasına kadar babanın yer aldığı her saniyeyi tekinsizleştirmeyi başarıyor.
İzleyici olarak Lou’ya ne kadar yakınlaşıyorsak, Jackie’nin dengesizliğini nasıl zaman geçtikçe daha da kestiremiyorsak, baba Lou Sr.’ı da git gide gaddar bir figür haline getiriyoruz. Bu finalde olacaklara zemin hazırlıyor, yer yer tahmin ettirtiyor fakat finalin etkisini kesinlikle azaltmıyor. Çünkü seyir zevki özellikle ikinci yarıda fazlasıyla artıyor.
Bu bağlamda Ross Glass‘in Love Lies Bleeding‘inin basmakalıp bir femme fatale hikayesinden daha fazlasını, yani harika karakter çalışmaları içerdiğini görebiliyoruz. Karakterler ve onların psikolojileri üzerinden de temalar arası geçiş sağlanıyor. Böylece Glass, filmin içeriğindeki sıra dışı aşkı, sıra dışı olaylar bütününe yayarak, korku ve fantastik unsurları başarıyla kullanıyor.
Sağlanan 80’ler Estetiği ve Sinematografinin Gücü
Love Lies Bleedig‘in birçok yönden başarılı özellikleri var ama belki de en övülesi kısmı harika görüntü yönetmenliği. Rose Glass‘in Saint Maud filminde de beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Ben Fordesman, dönem estetiğini mükemmel sağlıyor. Özellikle renk ağırlıkları ve ışık tercihleri kusursuza yakın.
Fordesman, filmin geçtiği bölge olan Güneybatı Amerika’nın estetiğini yakalamak için şöyle konuşmuştu:
Sanırım “Mystery Train”, “Paris, Texas”, “To Live and Die in L.A.” ile Amerikana (Amerikana: Amerika Birleşik Devletleri kültürüne ve insanlarına özgü, Amerikan yaşamının sembolü olan her şey) duygusunu benimsedim ve kişisel referanslarım olarak Wim Wenders ve Robby Müller’in çalışmalarını örnek aldım. Günün sönmekte olan ışığıyla, soğuk mavi ışıkla ve sodyum buharlı ışıklardaki yeşil sivri uçlarla yapay aydınlatmayı kucaklamaları muhteşem.
Love Lies Bleeding, hem gerçeküstü yapısı, hem de korku ögelerini kreatif kullanmasıyla, tam deli işi bir neo-noir ve erotik gerilim. Hiçbir karakterin iyi insanlar olmadığı, sadece kötü insanların aşk adına kötü kararlar verdiği hikayelerden biri. Thelma & Louise ve True Romance esintilerini de hissettiren film, şiddet dozu ile rahatsız edici olduğu kadar, romantizm dozu ile de bir o kadar seksi ve çekici. Ross Glass, Saint Maud filmiyle sağladığı başarıyı katlamaya devam ediyor.
Ferit Doğan‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Twitter, Instagram, Discord ve Letterboxd aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar