Gaspar Noe’nın bir film çekmesi ilgi odağı olması için yeter de artar. Ne anlattığının ya da ne anlatacağının önemi olmadan Noe’nün yaptığı her şey merak konusudur. Taksim meydanda yürüyüşe çıksa anadolunun bağrından gelmiş vatandaş sanacağımız Noe’nun içi dış görünüşüne tamamen tezat şekilde bambaşka bir dünya. Tam bir bilimsel konu kendisi. Her defasında sinemayı keşfetmeye çalışan tavrıyla ortaya “ne izledim ben” dedirten filmler çıkaran yönetmen yine aynı şeyi yaparak -en azında beni- şaşırtmadı. Sinemaya giderken, Climax’i ne kadar sevdiysem bu filmi de o kadar sevmeyeceğime eminim dedim. Haklı da çıktım. Hayatımda hiç bu kadar haksız çıkmak istememiştim halbuki. Çünkü film izleyeceğimi düşünerek gittiğim sinemada global bir göz bozma operasyonunun parçası oldum.
Kısacası “filmin” konusundan bahsedelim… Oyuncuların kendilerini oynadığı filmde Charlotte Gainsbourg, yakılmak üzere olan bir cadıyı canlandıracak. Beatrice Dalle’nin de kadrosunda olduğu film, maalesef eskilere takılı kalmış yönetmenin basiretsizliği ve yapımcının iş bilmezliği yüzünden karışır. Film çekmek için oraya gelen oyuncular da kendilerini saçma sapan bir kaosun içinde bulurlar.
Öncelikle konuşmamız gereken şey şu: Gaspar Noe kendisiyle alay mı ediyor yoksa gerçekten söylediklerine inanıyor mu? Çünkü eğer söylediklerinde ciddiyse, eleştirdiği şeyin altında kalır. Filmin anlatmak istediği her şey aslında Beatrice Dalle’nin isyanında gizli:
Entelektüel yokluktan bıktım! (J’en ai marre de l’absence intellectuelle!)
Gaspar Noe, tüm film boyunca Hollywood sinemasına sataşarak bir nevi kendi fularını sıkılaştırıyor. Onlar devasa bütçelerle çalışıyor, biz yokluk içerisinde sanat parçalıyoruz diyor. Lakin bize gösterdiği sette yaşananları gördükten sonra kendi kendime acaba ters köşe yaparak ArtHouse ile mi dalga geçiyor demeden duramadım. Çünkü sanat sineması adı altında gerçekleşen kaosu Hollywood’da bulmanız mümkün değil. Hollywood’u başarılı kılan şey, filmi masa başında bitirmeleridir. Her şey planlıdır ve sistem düzgün çalışır. Filmdeki gibi yokluktan varlık çıkarmaya çalışmazlar. İmkanları vardır ama üzgünüm bu onların suçu değil… Yaşanan profesyonellikten uzak kaosu en azından sonucu güzel diye pazarlamak da, ne bileyim, gülünç.
Charlotte Gainsbourg, Abbey Lee ve Beatrice Dalle, güzel bir film çekme umuduyla sete gelseler de yine ve yeniden entelektüel yokluk ile karşılaşırlar. Gerçi entelektüellik nedir onu da konuşmamız gerek… Sette yaşanan her şey tam bir rezillik. Çekilecek gibi değil. Her noktasından amatörlük akan bir ortam. Çekim esnasında yeni proje sunanlar, eleştirmeni sete alanlar. Her şey en olmaması gerektiği gibi. Fakat bu sorunu da Beatrice Dalle çözüyor:
Amaç, aracı mübah kılar.
Seyirci, Gaspar Noe ve türevlerinin sinemayı yeniden keşfetmeye çalışan filmlerine ilgi göstermeye devam ettiği sürece saçma filmlere maruz kalmaya devam edeceğiz. Çünkü bütün o rezilliğin sonucunda ortaya çıkan şey “en azından güzel filmdi” denilerek sineye çekilecek. Dalle o cümleleri boşuna kurmadı. Yokluğun ve kaosun içerisinde “yanıyorsun Charlotte” diye bağıran Jean Luc’un sanat yaptığını zannetmesinin tek sebebi Cannes tayfasıdır. Gaspar’ın biz çok çekiyoruz ama bakın sonucunda ortaya sanat çıkarıyoruz demesini, finalinde “en azından ateistim” demesi kadar sıkıcı ve cringe buluyorum. Hadi şimdi kalkın 15 dakika ayakta alkışlayalım.
Gaspar Noe, film boyunca eski ve sevilen yönetmenlerin alıntıları ile Hollwood’a sataşarak kendince sinemasını savunuyor. Şimdi bakın, Carl Theodor Dreyer bugünlerde yaşasaydı kendisinin de bir Marvel filmi çekmeyeceğinin garantisini kimse veremez, kusura bakmayın. Hollywood’un imkanlarının olması onları ruhsuz yapmaz. Sinema düşündürdüğü gibi aynı zamanda bir eğlence aracıdır. 1895’ten beri de bu böyledir. Dün Gaspar Noe filmi izleyip yarın hiç sıkılmadan Fast and Furious filmi izleyebilirim. Sinema tam olarak budur zaten. Eğer gerçek sanat filmin finalindeki göz bozma operasyonu ise ben sinemadan anlamıyorum, kabul ediyorum. Dediğim gibi, hala yönetmenin dalga geçip geçmediğini anlamadığım için üstüne düşmek istemiyorum.
Film her şeri kötü mü yapıyor peki? Hayır. Mesela set ortamına dair gerçekten de güzel bir önizleme veriyor. Bir setin başarılı olabilmesi için önce yönetmenin sonra da yapımcının otoriter olması gerekir. Yoksa sonuç filmde izlediğiniz gibi olur. Ben Jean Luc ile çalıştım diyen yönetmenin basiretsizliği sonucu ortalık yangın yerine döndü. Eğer setinizde sağa sola küfreden bir Beatrice Dalle istemiyorsanız, iyi bir yönetmen ve yapımcı ile çalışın. Şunu da kaçırmayalım: Kaosu fırsat bilen Jean-Luc’un bir anda ArtHouse yönetmene dönüşmesi ya da Fassbinder’in de dediği gibi diktatöre dönüşmesi ilginçti. Charlotte’un en zayıf anından faydalanarak “sanat” yaptığını sanan yönetmenin bu tavrını Hollywood’da kendisine çok ağır fatura ederler. Sözleşme diye bir şey var, kapı gibidir, öyle canım istedi onu yap ile işler yürümez. Gerçi ne diyoruz: En azından iyi film oldu. 15 dakika alkış.
Son olarak da ilgimi çeken ve üzerine araştırmalar yaptığım bir konu olduğu için cadılara değineceğim. Cadılık konusu burada neden seçilmiş bilmiyorum ama bir sebep bulmam gerekirse cadı avcılarının yönetmenlere benzemesi olabilir. Neden? Çünkü onlar da yaptım oldu derlerdi. 14. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında 60 binden fazla insanın cadılık ile suçlandığı ve öldürüldüğü bilinir. Fakat 60 binin gerçek bir rakam olması imkansız. 1234 yılında Hollanda topraklarının üzerinde yer alan Stedinger şehri, sırf Bremen’in baş piskoposuna ödeme yapmayı reddettiği için tümüyle katledildi. Sebeplendirme? Hepsi cadılık ile suçlandı. O dönemlerde birine cadı ithamı yaptığınız anda o kişinin hayatı kayardı. Fakat filmlerdeki gibi cadı olarak adledilen kişiler hemen yakılmazdı. Mahkemeler onlara kendilerini savunmak için şans verirdi. Ama mahkeme ikan olmaya değil, ikna etmeye çıkardı. Mahkeme sonucunda ağırlıklı olarak sıradan vatandaş baskılara dayanamayıp en sonunda cadı olduğunu kabul ederdi. Hatta bu cadılık mevzusu Fetö Borsası gibi bir Cadı Borsasına bile dönüşmüştü. 1968 yapımı Witchfinder General buna en güzel örnektir. İstediği kadınlara tecavüz edemeyen adam onları cadılıkla suçlatır yaktırırdı.
Filmde de bahsedildiği gibi cadı olduğu düşünülen kişiler nehirlerin üzerine kurulan taş köprülerden aşağı atılırdı. Eğer boğulurlarsa cadı değillerdir, boğulmazlar ise cadılardır. Her halükarda kaybeden kadındır. Filmde de buna benzer bir baskı söz konusu. Oyuncular, özellikle hepsi kadın, eril tahaküm karşısında ezilirler. Charlotte en sonunda kaçamayacağını anlayınca pes eder ve kendini ateşe teslim eder. Yöenetmenin Jean Luc ile çalışması da ayrı bir ironidir çünkü Godard kadınlara karşı tam bir hödüktür.
Sözün özü… Gaspar Noe, eğer kendisiyle alay ediyorsa, ArtHouse filmlerdeki yokluğun saçmalıklarını anlatarak başarılı bir iş çıkarıyor. Hakkını teslim ediyorum. Ama eğer anlattıklarında ciddi ise, kaostan sanat çıkarıyoruz demeye geliyor ise… Bir gülme geldi. Profesyonel olmayan iğrenç bir ortamı övmek gerçekten de üzücü. Gaspar’ın finalde yaptığı renk ve ses tacizi ile sanat yaptığını düşünmesi gerçekten üzücü. Fakat seyirci yine onun sinemayı keşfettiğini düşünerek öveceği için sonucunda Dalle’nin dediği olacak. Halbu ki Abel Gance ekranı 2’ye de değil 3’e bölerek 1927’de keşfedeceğini keşfetmişti. Bunu bilmeyenlerin Noe’nun yaptıklarını yenilikçi bulması tabii ki normal.
Bir de son olarak şunu söylemek istiyorum: Aramızdan herhangi biri elimizdeki Canon kameralar ile böylesine leş bir film çekmeye kalksak bizi bir daha çıkmamak üzere yerin dibine gömecek olan seyirci çeken kişi Gaspar olunca, kadrajında ise Charlotte Gainsbourg olunca öve öve bitiremeyecek. Yani umarım övme konusunda yanılırım. Lütfen yanılayım.
Yorumlar