Son zamanların başarılı yapımlarından The Lost Daughter‘da karşımıza çıkan Olivia Colman ve Jessie Buckley, bambaşka bir janra sahip olan Wicked Little Letters ile yeniden bir araya geliyorlar. Adını daha öncesinde romantik bir drama olan Me Before You ile duyuran Thea Sharrock, bu kez polisiye türündeki bir uyarlama hikayeyi yönetiyor.
Kadrosunda İngiliz sinemasının son yıllardaki önemli oyuncularından Olivia Colman, Jessie Buckley gibi başrolleri barındıran Wicked Little Letters‘da onlara Timothy Spall, Gemma Jones ve Anjana Vasan eşlik ediyor. Film, konusunu İngiliz kasabası olan Littlehampton’da 1920’lerde yaşanan gerçek bir skandaldan alıyor. Edith, gün geçtikçe bir sürü hakaret dolu mektup almaya başlar. Mektubu yazanın ise komşusu Rose olduğunu düşünür. Fakat Rose ise bunu reddetmektedir. Mektupların gerçek yazarını öğrenmek ise oldukça zorlu olacaktır.
Tasarlanmayan Atmosfer Sineması
Wicked Little Letters, ana örgüsünü filmin başlarında kapsamlı bir şekilde kuruyor. Bu kapsam hikayenin gizeminin gücüyle bizi filmin içerisine dahil ediyor. Fakat amaçlanan gizem basit bir senaryo ile yazılınca film gelişimini sadece gerçek hikayenin gücü yettiği kadar sağlayabiliyor. Üstelik film çoğu kez oluşmayan gizemini ve yaratamadığı atmosferini başarıyla oluşturduğunu düşünüyor.
Hikaye, ekseninden kaymadan düz bir şekilde anlatılırsa film o kadar ilerleyebiliyor. Wicked Little Letters‘ın senaryo bazında gizemi sona erdiği anda filmin çırpınışlarını izlemeye başlıyoruz. Bu evreden sonra ise temeli sağlam kurulmamış, izleyiciye geçmeyi başaramayan bir melodrama dönüştüğüne şahit oluyoruz. Edith’in düşüncelerini anlamak ile uğraşırken film bu düşüncelerin sonunu aktarmadan Rose’un hikayesine kayıyor. Rose’a odaklanmaya başladığımızda ise yine aktarımın o sahne içerisinde sonunu göremiyoruz. Karakter gelişimleri bu sebeple oldukça karikatürize bir şekilde yaşanıyor. Hikayenin iyi tasarlanmamış çözüm kısmı ise her şeyi daha da bulanıklaştırıyor.
Bir Persona Tasviri; Olmak İstenilen İnsanı Görmenin Dayanılmaz Hırsı
Edith ve Rose’un hikayesi bir sürü bastırılmış duygu ve kompleks barındırıyor. Edith karakteri babasının odağındaki yaşam ütopyasının içerisinde kalmış. Büyük ölçüde bu yüzden kocasından ayrılmış. Oldukça zeki olmasına rağmen babasının hegemonyasında bir yaşama sahip olduğu için potansiyelini gerçekleştirememiş. Etrafındaki özgüveni yüksek insanlara bu sebeplerden gıpta eden, gerçekler ona söylendiğinde farkında olduğu için görmezlikten gelen, hayatının kontrolü elinden alınmış bir dönem kadını profiline sahip.
Rose ise bu durumların tam tersi olarak içerisinde bulunan döneme göre oldukça cesur, cinsiyeti için belirlenen toplumsal normlara boyun eğmemiş bir profile sahip. Kendi kararlarını veren ve bu doğrultuda pişman olmayan zıt bir karakter. Bu zıtlık Edith’in bastırılmış karakterinin bir çıkış yolu oluyor. Edith, gıpta ettiği Rose’u; kendisini yok eden çemberin içerisine çekmeye çalışıyor. Onu karalamak için gerçekleşmeyen ideallerinin ve oluşan komplekslerinin esiri oluyor. Bu karalama büyük bir histeriye dönüşerek bütün bir ülkeyi karıştırabilecek bir güce sahip oluyor.
Namus Kavramının Belirlediği Hükümler ve Hükümsüzler
Filmde muhafazakarlık ve bunun belirlediği hükümlerle alakalı bir çok konuşma yer alıyor. Wicked Little Letters, bu konular hakkında belirli bir bakış sağlasa da metin bazında bize direkt bir mesaj vermeye çalışmıyor. Bunu daha çok hikaye gelişimiyle aktarmaya çalışıyor.
Hikayenin ilerleyişiyle beraber işlenen suçun, kimilerince belirlenmiş namus kavramının, döneme göre ölçüldüğü diyaloglar görüyoruz. Edward, kızı Edith’in aldığı kötü mektuplardan ün kazanması sonrasında evin pislik içerisinde olduğunu ve kendisine gelip artık haddini bilmesi gerektiğini söylüyor. Edward, kızı Edith üzerinde oluşturduğu her yönden baskıcı ilişkisini ve otoritesini aktif tutmaya çalışıyor. Edith’in hayatında güçlü ve onu geride bırakacak bir şeye sahip olmasını istemiyor. Bu yüzden Edward, Edith’in ona çizdiği sınırlar içerisinde hayatına devam etmesini istiyor.
Rose hapishaneden çıktıktan sonra Mabel ve Ann karakterleri bir diyaloglarında namus kavramı hakkında konuşuyorlar. Kadının ideal yeri, namus, gerçek, suç, önyargı gibi kavramlar filmin içerisinde yan karakterler tarafından öne atılıyor. Rose, bu kavramlar nedeniyle damgalanıyor ve suçlu görülüyor. Edith ise mahkemede tüm kanıtlar onu suçlu göstermesine rağmen muhafazakar bir ailenin kızı olduğu için toplumsal damgalama etkisinde kalmıyor. Damgalama kavramının bir unsuru olarak aleyhte olan kanıtların eridiği ve kişinin sadece ideal kadın profiline sahip olmadığı için maruz kaldığı cinsiyet temelli bir damgalanma izliyoruz.
Thea Sharrock, hikaye boyunca bu konuları fazla işlemiyor. Bize hikayeyi üstten ve sığ bir şekilde anlatıyor. Anlatımın hiçbir aşamasında yönünü aslında güçlü olan tarafına doğru çevirmiyor. Bu yön tercihi ise filmin potansiyel kaybına neden oluyor. Gerçek hikayenin beslemesiyle ayaklarını yere daha sağlam basacak karakterler ve bakış açıları, filmin kaygan zemini olan gizem ve polisiye klasmanında tutulup eşiğinin oldukça altında kalıyor.
Ahmet Duvan‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar