0

İlk paragrafta sınırları baştan çizelim. Babylon, her zevke göre bir film değil. Hatta seyircileri ikiye bölecek türden bir film. Aynı Tarantino’nun Once Upon A Time… In Hollywood filmi gibi. Damien Chazelle de aynı Tarantino gibi sinema ve tarihine olan aşk üzerinden bir film ile karşımıza çıkıyor. Tarantino’nun filminden farklı olarak Babylon çok daha şatafatlı bir film. Lakin ikisi de aynı kapıya çıkıyor: Filmden zevk alabilmek için biraz da olsa sinema tarihi bilmeniz ya da ilgileniyor olmanız gerek. Çünkü filmde anlatılan, anlatılmakta olan çoğu şey gerçek hikayelerden ve karakterlerden esinlenme. Bu sebeple de film kimileri için bitmek bilmeyen bir gürültüden ibaret gibi gelebilir. Benim için ise, Sinemanın ta kendisi.

Los Angeles’a Aşk Mektubu: Once Upon a Time… In Hollywood

Kısaca konusuna değinelim… Sene 1920’ler. Los Angeles yeni yeni Hollywood ünvanını kazanıyor. Film endüstrisi büyürken sokaklar aktör olabilmek için gelen beş parasız insanlarla dolup taşıyor. Nellie LeRoy (Margot Robbie) da bu beş parasız kişilerden biri. Doğuştan bir star olduğuna inanan Nellie, meşhur Jack Conrad’ın (Brad Pitt) partisine Manny’nin (Diego Calva) yardımı sayesinde katılıyor ve ikisinin de hayatı o gece değişiyor. Nellie, şans eseri bir filmde rol alma imkanını yakalarken Manny de bir anda kendini Jack Conrad’ın asistanı olarak buluyor. Şans kapıyı çalınca, ikisi de iyi değerlendiriyor. Fakat ünlülük herkesin kaldırabileceği şeyler değil. Aynı zamanda, yeni gelen gelişmelerle sinema baştan aşağı değişmek üzeredir.

Babylon, aslında Oscar ödüllü The Artist’in farklı versiyonu. Temelde hikaye aynı. Warner Bros, 1927’de ilk sesli film olan The Jazz Singer’ı vizyona sokunca, sektör baştan aşağı değişiyor. 1927 öncesinde sinema, komedi ve aksiyon üzerine kurulu olan, Gag olarak adlandırılan kısa ve sessiz filmlerle dönüyordu. Günde 3 filmin birden çekildiği, seyircilerin bu filmleri 5 sent atarak Nickelodeon dedikleri yerlerde izlediği bir dönemden bahsediyoruz. Cecille B. Demille ile beraber film endüstrisi soğuk ve yağmurlu New York’tan her daim güneşli Los Angeles’a taşınınca, sektör tümüyle değişiyor. Film çekmek kolaylaşıyor ve böylece birçok ünlü yönetmen ve oyuncu doğuyor.

Babylon’un The Artist’ten ayrılan kısmı ise dönemi ve 1927’den sonra yaşananları dramatik ve çarpıcı bir şekilde anlatıyor olması. İşte tam olarak bu sebeple sinema tarihini biraz biliyor olmak gerek. Fakat yazının burasına kadar gelebildiyseniz şimdi size filmde yaşanan bazı şeylerin kaymak kısmını anlatarak filmi daha iyi anlamanızı sağlamak istiyorum.

Döneme Dair Faydalı Bir Yazı: Hollywood

1927 ve 1928 aslında Hollywood adına çok önemli yıllar. Filmde, sektöre sesin gelmesi ile değişim aktarılıyor olsa da arka planda çok daha farklı hikayeler mevcut. 1927 öncesinde ses kullanılmıyordu. Filmlerin içerisinde konuyu ya da diyalogları anlatan yazı kartları kullanılıyordu. Filmde tanıştığımız Lady Fay Zhu (Li Jun Li) da tam olarak bu işi yapıyor: Filmler için yazı kartları hazırlamak. Bazen de Nickelodeon’larda film gösterilirken filmi anlatan birileri oluyordu. Ama genellikle filmlerin sessizliğine müzikler ile eşlik ediliyordu. Sesin olmayışı, filmlerin çekilmesini kolaylaştırıyordu. Nellie’nin ilk set günü aslında bu kolaylığı aktarmak üzerine kurulu. George Melies’den esinlenme dizayn duvarlardan oluşan kutu setlerde duran aktörler, Los Angeles’ın asla dinmeyen güneşinin desteği ile oyunculuklarını sergiliyor. Nellie, setler arasında gezerken bazı filmlere denk geliyoruz. Bunlardan biri Fatty Arbuckle’ın meşhur 1918 yapımı The Cook filmiyken ormanda dövüşen karakterler filminin The Artist’e bir gönderme olduğunu düşünüyorum. The Cook referansı ilginç çünkü filmde Fatty Arbuckle ile 2 defa karşılaşıyoruz. Bahsedeceğim.

Ses olmayınca tabii ki film çekmek kolay oluyor. Sadece setlerde değil şehrin belirli bölgelerine giderek de rahatlıkla film çekebiliyordunuz. Charlie Chaplin, Buster Keaton ve Harol Lloyd şehri en doğru kullanan komedyenler olarak sessiz dönemde çok ciddi sükse yaptılar. Fakat 1927’de, Warner Bros, vitaphone’u tanıtıyor ve sinema baştan aşağı değişiyor. The Jazz Singer, ilk sesli film olarak geçse de ilk tamamı sesli film değildir. Sinemada ses denemeleri hep vardı. 1926’da Don Juan vizyona girmiş ama gerekli etkiyi yaratamamıştı. Yaratamamış olsa gerek ki Manny, patronu Jack Conrad’a bunu aktarma ihtiyacı duymamış. Fakat 1927’de izlediği The Jazz Singer, bir değişim geldiğinin habercisiydi. Fakat asıl değişim 1928’de vizyona giren Lights of New York ile oldu. Lights of New York, tamamı sesli ilk filmdi ve önü alınamayacak bir değişimin başlangıcıydı.

Sinemaya sesin gelmesi, 5 büyük değişime sebep oldu. Film de bu değişimleri çok doğru ve çarpıcı bir şekilde aktarıyor. İlk değişim, artık oyuncuların konuşmak zorunda kalmasıydı. Seyircilerin sese olan merakı, filmlerin sesliye dönmesine sebep oldu. Tabii sesin gelişi, birçokları için kötü bir haberdi. Özellikle de sesi kötü olan oyuncular için. Nellie, iyi oyunculuğu ve şuh kadın imajı ile ciddi bir kitle topluyor fakat sesli filmler başladığında sesinin gazabına uğruyor ve sektörden yavaşça siliniyor. Sadece Nellie değil, sektörün birçok önemli ismi önemini zamanla kaybediyor. Hatta abartmak gerekirse, Hollywood’un oyuncu havuzu baştan aşağı yenileniyor diyebiliriz. Fakat sesin gelişi sektörün değişimindeki tek etken değildi.

Sesin gelişi yeni kayıt sistemlerinin geliştirilmesine sebep olmuştu. Ve bu kayıt sistemleri oldukça ilkellerdi. Çok gürültülülerdi. Yine filmde muhteşem bir şekilde aktarıldığı gibi sesli film çekmek çok ciddi bir sorundu. Sektörde çalışanlar nefes alma aralıklarından giydikleri ayakkabılara kadar değişmek zorunda kalmıştı. Sesin doğru kaydedilebilmesi de maalesef bir statiklik doğurmuştu. Oyuncular, tiyatral özgürlüklerini kaybettiler. Sadece oyuncular da değil, yönetmenler de özgürlüklerini kaybetmişlerdi. Bu da üçüncü madde, yani film türlerinde değişim başladı. 1927 öncesinin meşhur türleri aksiyon ve komediler zamanla yerlerini melodramlara bıraktı. Sesin doğru kaydedilebilmesi için kamera sabitlendi, oyuncular daha statik oynamak zorunda kaldı. Böylece Jack Conrad ya da Nellie gibi oyuncular yerlerini Clark Gable ya da Jane Harlow gibi isimlere bıraktı.

Dördüncü ve aslında sektörü tümüyle değiştiren olay ise filmde çok ince bir şekilde anlatılıyor. Hollywood, onlarca farklı film şirketi ile doluydu. Ama sektörü 5 büyük firmaya eşlik eden 3 orta halli firma yönlendiriyordu. 1927’den sonra imkanı olan şirketler sesli filmlere geçti. Ses, pahalı bir sistemdi. Sadece filmi sesli çekmek de yeterli değildi. Filmin sesli gösterim yapılabilen salonlarda gösterilebilmesi lazımdı. Büyük firmalar, ses sistemi alacak paraya sahip olmakla beraber salonlara da sahiplerdi. Warner Bros ya da Paramount gibi firmalar kendi sinema salonlarına sahiplerdi. Bu sebeple de değişimi görece daha kolay atlatmışlardı. Küçük firmalar ise maalesef büyük 8’linin arkasında kalmışlardı.

Hal böyle olunca, sektör bu 8 büyük şirket tarafından yönetilmeye başladı. 1927 öncesi sinema daha bağımsız bir yapıya sahipti. Nerede nasıl isterseniz film çekebiliyordunuz. Ama sesin gelişi ile beraber, ses kaydının doğru yapılabilmesi gereği, şirketler sokaklardan stüdyolara dönmek zorunda kaldılar. Devamlılığı sağlamak için de “maaşlı çalışan” sistemine geçtiler. Oyunculara kontratlar imzalatan bu büyük şirketler, onlara haftalık maaşlar öderken sürekli stüdyoda yatıp kalkmalarını istediler. Her hafta bir filmi vizyona sokma mantığı ile çalışan bu şirketler bazen oyuncularının ne zaman yiyip ne zaman uyuyacaklarına bile karışıyordu. Birçok aktör ve yönetmen bu sistemi reddetti, kimisi ise uyum sağlayamadı, kayboldu. Jack Conrad da maalesef bu uyum sağlayamayanlardan biri.

Tabii The Jazz Singer sonrası hemen tüm filmler sesliye geçmedi. İmkanı olan geçiş yaparken, imkanı olmayanlar sessiz filmelere devam etti. Bazıları ise sesi direkt olarak reddetti. Dönemin 3 büyük komedyeni olan Charlie Chaplin, Buster Keaton ve Harold Lloyd da bu reddedenler arasındaydılar. Harold Lloyd, piyasadan tümüyle uzaklaşırken Buster Keaton ekonomik şartlardan dolayı stüdyo sisteminin bir parçası oldu ve bu süreçte psikolojisini ve sağlığını kaybetti. MGM’in sahibi ile büyük sorunlar yaşayan Buster, stüdyo sisteminin şartlarına dayanamadı ve piyasadan silindi. Chaplin ise isminin gücünü kullanarak sessiz filmlere devam etti ama o da en sonunda sesliye geçmek zorunda kaldı. Değişimin rüzgarı, en büyük isimleri bile silip süpürdü.

Filmde, Lady Fay Zhu üzerinden çok ince bir şekilde bahsedilen bir konu daha var. Beşinci maddemiz de Hays Kanunları. 1920’ler, Party Animals olarak adlandırılır. Eğlence sektörünün büyümesi, yıldızların artışı, gelişen teknoloji ve özgürlüklerin artışı ile beraber insanlar kendilerini bitmek bilmeyen eğlencelere verdiler. The Great Gatsby filmindeki partileri hatırlayın. Aynıları Babylon’da da var. İnsanlar 20’lerde öyle partilermişler ki tarihe adlarını yazdırmışlar. Bu partilerde seks, uyuşturucu, alkol havada uçuşuyordu. Ve maalesef bu durum da bazı kesimleri oldukça rahatsız ediyordu. Bu rahatsızlık da zamanla kanun olarak onlara geri yansıdı. En büyük sebep ise Fatty Arbuckle idi. Filmin başında uyuşturucu komasına giren genç kız ve şişko adamı hatırlayın. Şişko adam aslında bir Fatty Arbuckle göndermesi. San Francisco’daki bir parti esnasında Virginia Rappe’ye tecavüz edip öldürmekle suçlanan Fatty, büyük bir değişimin başlangıcını yapmıştı. 4 yıl sonra suçsuzluğu kanıtlarak aklansa da gazeteler ve toplum, eğlence sektöründeki insanların sapkın olduğunu çoktan kodlamıştı. Fatty de tazminat almış olmasına rağmen adına bulaşan çamur yüzünden bir daha sektöre geri dönemedi.

1927’de gelen sesle beraber film endüstrisi baştan aşağı değişirken, 1929’de patlak veren Büyük Depresyon ise Amerika’yı baştan aşağı değiştirdi. 30’lar, aslında Amerika’nın kökten değişim yıllarıdır. 20’lerde bağımsızlığı sonuna kadar tatmış olan Amerikalılar 30’larda bağnaz köklere geri döndü. Partilerin değişilmezi seks ve uyuşturucunun filmlere de yansıması, Baby Face (1932), Freaks (1932) ve Scarface (1932) gibi filmlerin kimi kesimleri rahatsız etmesi, William H. Hays’ı harekete geçirdi. Filmlerin daha tutucu olması gerektiğini düşünan Hays, 1934’de Hays kanunlarının çıkmasına sebep oldu. Filmlerdeki müstehcen ve sözde zararları maddeler perdeden tümüyle silinirken, filmlerin finallerine bile karışılmaya başlandı. Kötüler her zaman cezalandırılmalı, filmler iyi sonlar bitmeli, beyaz perdede belirli karakterler gözükmeliydi.

İşte bu “belirli karakterler” kısmı Lady Fay Zhu’ya da vurur. 20’lerde perdede çeşitlilik sahibi olan sinema zamanla ultra bağnazlaşır ve “yabancılar” perdeden silinir. Siyahiler ancak hizmetçi, uzak doğulular ise ancak orospu olabilirdi. LGBTI bireyler için ise herhangi bir kanun olmamasına karşın yönetmenler, Hays Kanunlarını fırsat bilip onları da beyaz perdeden soyutladı. Böylece perde, bembeyaz oyuncularla doldu.

Brad Pitt’in canlandırdığı Jack Conrad karakteri, aynı onun gibi bir dedikoducu yazar tarafından kariyeri mahvedilen John Gilbert’tan esinlenme. 38 yaşında kalp krizinden ölen John Gilbert, sesli sinemaya geçişte seyirci tarafından kabul edilmemişti. Nellie LeRoy karakteri bir dönemin skandallar ile meşhur aktrisi Clara Bow’dan esinlenme. Nellie’nin ilk filminin kadın yönetmeni ise o dönemlerde Hollywood’da iş yapabilen nadir kadın yönetmenlerden biri olan Dorothy Arzner’dan esinlenme. Burada bir duralım. Dorothy Arzner, Paramount’un ilk sesli filmi olan The Wild Party‘yi çeken yönetmendir. Filmin başrolü de Clara Bow‘dur. Aynı filmde gördüğümüz gibi Clara Bow’un canlandırdığı karakter öğretmenine aşıktır. Ve yine aynı şekilde Clara, ses ekipmanlarına uyum sağlayamadığı için çekimi bir türlü tamamlayamamaktadır. Arzner, oyuncusunun sorunun çözmek için mikrofonu oltaya bağlama fikrini ortaya atar. Bu fikir de başarıya ulaşır ve böylece ilk ilkel boom örneği de doğmuş olur.

Filmde, Nellie’nin Manny ile beraber bir akıl hastanesine uğradığını görüyoruz. Garip ve konudan oldukça kopuk gözüken bu bölüm aslında Nellie’nin kesinlikle Clara Bow esinlenmesi olduğunu kanıtlayan bir sahne. Çünkü Clara’nın annesi o 16 yaşındayken balkondan düşmüş ve beyin sarsıntısı geçirmişti. Akli dengesi sorunlu olan anne, kızının boğazına bıçak dayayınca akıl hastanesine kaldırılıyor.

Lady Fay Zhu karakteri, dönemin meşhur uzak doğulu oyuncusu Anna May Wong’dan esinlenme. Filmde, direkt olarak gerçek bir karakteri canlandıran, en azından benim bildiğim kadarıyla tek kişi, Irving Thalberg’e hayat veren Max Minghella. Dönemin en meşhur yapımcılarından biri olan Irving Thalberg, Hollywood yazımda da göreceğiniz bir isim. Stüdyo Sistemi dendiği zaman akla gelen ilk isimlerden biri olan Thalberg, döneme uyum sağlayarak birçok ismi meşhur ederken birçoğunun da yok olmasını sağlamıştır.

1927’de ilkel bir şekilde başlayan sesli sinema sistemi, zamanla teknolojik açıdan kendini geliştirdi ve ilk başlarda bir azap olan çekimler git gide kolaylaştı. 1928’de başlayan stüdyo sistemi ve 1934’te ortaya çıkan Hays Kanunları da zamanla gücünü kaybedip 1967’de tümüyle yok oldu. Manny’nin filmde yıllar sonra geri döndüğü Hollywood, bu kanunlardan ve sistemden artık uzaklamış bir Hollywood’un yansıması. 1952 yapımı Singing in the Rain’i perdede izleyen Manny, filmde kendi hayatından anılar görünce duygulanıyor ve vakti zamanında ürettiklerinin bir değeri olduğunu anlayarak ağlamaya başlıyor.

Stüdyo sistemi, birçok muhteşem filmin yapımına imza atsa da süreç devamlılığı sağlayabilecek yeterlilikte değildi. Yorucu ve yıpratıcıydı. Hal böyle olunca zamanla sistem kendi içerisinde çökmeye başladı. 30 ve 40’lardaki acımasız stüdyo yapımcıları zamanla yok oldular. Kara bulutlar tepeden çekilince de sinemacılar ve seyirciler, geçmişlerinin değerini farkettiler. 50’lerden sonra Amerika’da bir pişmanlık dalgası başladı. Tüm başarıları unutulan Buster Keaton hatırlandı, Akademi’de kendisine onur ödülü verildi. Amerika’dan resmen kovulan Chaplin de aynı onun gibi sonrasında özür mahiyetinde ödül aldı. Manny de tam olarak böyle bir Hollywood dönemine denk geliyor. Yaşattıklarını farketmiş bir Hollywood. Ömrünün yarısını yaşadıklarının ve ürettiklerinin değersiz olduğunu düşünen Manny, herhangi bir sinemada izlediği film sonrası, sinemanın esas gücüyle yeniden karşılaşıyor.

Babylon

Babylon, şatafatlı parlak yıldızlarla süslenmiş Hollywood’un kamera arkasında aslında ne kadar da vahşi ve zorlayıcı bir yer olduğunu anlatıyor. Ryan Murphy’in Hollywood’u, tarihe alternatif bir hikaye yazarken Babylon, yaşananları birebir aktarıyor. Bugün büyük bir aşkla izlediğimiz Hollywood’un temelleri kahkahaların arasında göz yaşları ile kurulmuştur. Ne kadar eğlenceli ve keyifli gözükse de tarihi acı hikayelerle ve biten, yok olan kariyerlele dolu. Babylon bu acı tarihi oldukça göterişli ama zamanla gösterişi dramaya bırakarak en doğru şekilde anlatıyor. Jack Conrad’ın röportaj verirken suratındaki mutsuzluğu, Sunset Boulevard’da birkaç saniye gözüken Buster Keaton’ın suratında da görebilirsiniz. Krallar gibi yaşarlarken bir anda kendilerini hiçliğin ortasında buluyorlar. Onların yerine gelenler de yırtıcı akbabalardan farksız yapımcıların kölesi haline geliyorlar. Fakat insanlık, zamanla hatalarını anlayan bir tür. Yıllar geçtikçe gelişiyor ve değişiyoruz. Değiştikçe de hatalarımızı anlıyoruz. Hollywood da bugün “ikiyüzlü” olarak adlandırılsa da hatalarının farkında olan ve bunları değiştirmeye çalışan bir dönemde.

Son söz olarak… Babylon’un sonundaki o muhteşem kurgu, Damien Chazelle’in bugüne kadar yaptığı filmleri göz önüne aldığımızda oldukça mantıklı ve bir o kadar da enfes bir yolculuk. Damien Chazelle’in sinemaya ve tarihine, sıfırdan yükselen ama zamanla hayatın gerçekleri karşısında dumura uğrayan karakterlere karşı bir aşkı var. Sanırım bu sebeple de dışlanıyor. Özellikle de sinema tarihine olan aşkı yüzünden. La La Land’in en iyi film Oscar’ını alamaması, Babylon’un bütün töreni silip süpürmesi gerekirken ciddiye alınmaması, Hollywood’un geçmişini reddetmesinden kaynaklanıyor olsa gerek. Anladığım kadarıyla Akademi, kendi endüstrilerinin tarihinin onlara hatırlatılmasından pek hoşnut değil. Fakat unuttukları bir şey var. Tarih acılar ve güzelliklele dolu. Güzellikleri hatırladığımız gibi acıları da unutmamamız gerek. Çünkü bizi biz yapan, aynı zamanda yaptığımız hatalardır.

Renfield: Bedenimin Tek Sahibi Benim

John Wick 4: Ölmek İsteyenler Yaşar

Valerii Ege Deshevykh
Ukrainian Creative Director | Motion Picture Writer | Horror Freak

The Pope’s Exorcist, 5 Mayıs’ta vizyonda!

Previous article

Scream 6: Bambaşka Bir Ghostface

Next article

Yorumlar

Yorumlar kapatıldı.

You may also like