Francis Ford Coppola‘nın 1980’lerin başında yazdığı ancak arap saçına dönen Megalopolis filmini sonunda hayata geçmeyi başardı. Öyle bir uzun süreç düşünün ki, Laurence Fishburne, Apocalypse Now (1979) filminin çekimleri sırasında Coppola‘nın bu senaryo hakkında onunla konuştuğunu dahi söylüyor. Bu tutku projesinin hayata geçirilmeye çalışıldığı ilk deneme ise 2000’e dayanıyor. O dönemde Paul Newman, Uma Thurman, Robert De Niro, James Gandolfini, Nicolas Cage, Leonardo DiCaprio, Russell Crowe, Edie Falco ve Kevin Spacey ile masa okuması yapıldıktan sonra ise ön prodüksiyon aşamasına 2001’de başlanmıştı. Ancak proje, senaryodaki bir sahnenin saldırıları “öngörmesi” nedeniyle film iptal edildi. Bunda 11 Eylül saldırılarının yarattığı psikolojik yıkım ve travma etkili olmuştu. Coppola ise projeyi 2007’de tamamen terk etti ve 2019’a kadar da tekrar geliştirmek için uğraşmadı.
Coppola‘nın Megalopolis‘e karşı olan tutkusunun 2019 yılında tekrar alevlenmesi ile birlikte, filmi finanse edebilecek stüdyo aranmaya başladı. Fakat devir değişmişti ve artık stüdyolar bambaşka şekilde işliyordu. Özellikle Covid’in de etkisiyle, hiçbir stüdyo garanti gördükleri projeler dışında bütün filmleri elinin tersiyle itiyordu. Bu durum ise Coppola‘yı yıldırmadı ve daha önce Apocalypse Now (1979) ve One from the Heart (1981) filmlerinde yaptığı gibi, Megalopolis‘i kendisini finanse etmeye karar verdi.
Coppola‘nın cesareti takdire şayandı, çünkü 80’ini geçmesine rağmen hala o ateşi kalbinde taşıyordu. Ayrı olarak Apocalypse Now (1979) ve One from the Heart (1981) filmlerini kendisi finanse etmesi ve gördüğü zarar yüzünden, The Rainmaker‘a (1997) kadar yaptığı tüm filmlerden kazandığı parayla borç ödemişti. Yani tekrar benzer bir durumu yaşamayı göze alması büyük cesaret istiyordu. Francis Ford Coppola ise o cesareti gösterdi ve 120 milyon dolarlık Megalopolis‘in tamamını kendi cebinden finanse etmesiyle birlikte de tekrar çalışmalara başlandı.
Her Süreci Sancılı Bir Film
2022’nin başlarında Zendaya, Cate Blanchett, Michelle Pfeiffer, James Caan ve Jessica Lange‘nin başrollerde oynayacakları duyuruldu. Fakat çok geçmeden hepsi kadrodan ayrıldı. Daha sonra yerlerine Nathalie Emmanuel, Aubrey Plaza, Grace VanderWaal, James Remar ve Kathryn Hunter geldi. Filmin başrolü için ise Adam Driver duyuruldu. Ardından da Shia LaBeouf, Laurence Fishburne, Giancarlo Esposito, Jon Voight, Talia Shire ve Jason Schwartzman gibi önemli isimler de kadroya dahil oldu.
2022’nin başında prodüksiyon ekibinde çıkan sorunlar ve bazı ekip üyelerinin projeden ayrılması ise filmin hem çekimlerini, hem de post prodüksiyon sürecini zorlaştırdı. Özellikle sanat departmanında ve görsel efekt ekibinde büyük değişiklikler yaşandı. Bazı haber kaynaklarına göre, prodüksiyonun ilerleyen dönemlerinde de ekip arasında koordinasyon sorunları meydana geldi ve bazı sahneler ise birkaç kez yeniden çekildi. Bunun başlıca sebeplerinden birinde çekimlerde kullanılan LED duvar teknolojisi (daha önce “The Mandalorian” dizisinde kullanılan teknoloji) yatıyor. Sanal arka planların canlı olarak kullanılmasına olanak tanıyan teknoloji, prodüksiyon sırasında teknik sorunları beraberinde getirdi. Bu da ekip içinde bazı gerginliklere sebep oldu ve prodüksiyon sürecini karmaşık hale getirdi.
Gerek çekim süreci, gerek post prodüksiyon süreci de sancılı geçen filmin dünya prömiyeri ise Cannes Film Festivali’nde gerçekleşti. Oldukça karışık yorumlar alan filmi başyapıt görenler kadar ortalama bulanlar, ortalama bulanlar kadar da berbat olduğunu düşünenler vardı. Ama şu bir gerçek ki, sinemanın böyle yapım süreci hikayeleri ve tutku projelerine de ihtiyacı var. Sonucu ne olursa olsun, Coppola tekrar dünya çapında kendisinin konuşulmasını sağlamayı başardı.
Yaşadığımız Toplum, Bizim Erişebildiğimiz Tek Toplum Mu?
Dünya, devrimlerden ve gelişimlerden oluşan birçok süreçten geçmiştir. İlkel Yaşamın Başlangıcı, Çok Hücreli Organizmalara Geçiş, Kambriyen Patlaması, Kara Hayatının Başlaması, Dinozorlar (Memelilerin Yükselişi) ve son olarak İnsanın Evrimi. Fosil kayıtlar, genetik kayıtlar, anatomik benzerlikler ve embriyolojik gelişimle birlikte de doğal seçilim ve genetik mutasyonların kanıtı sağlanmıştır. Bu evrimler verilen örneklerle de sınırlı değildir ama bu film özelinde durulanacak en önemli nokta mimari ve mimarinin toplum gelişimi üzerindeki etkisidir.
Prehistorik (Tarih Öncesi) Dönem, Antik Dönem, Ortaçağ (Medieval) Mimarisi, Rönesans Mimarisi (M.S. 14. – 17. yüzyıllar), Barok ve Rokoko Mimarisi (M.S. 17. – 18. yüzyıllar), Neoklasik Mimarisi (M.S. 18. – 19. yüzyıllar), Modern Mimari (20. yüzyıl) ve son olarak ise Post-modern ve Çağdaş Mimari (20. ve 21. yüzyıllar) olarak bakıldığında, mimari yapıların evrimi birçok toplum içerisinde yüzyıllara yayılarak gelişmiştir. Tüm bunlar toplumlarının gelişimiyle de paralel olarak ilerlemiştir. Her dönem, toplumların ihtiyaçlarına, inançlarına, teknolojik ve kültürel ilerlemelerine göre farklı mimari yaklaşımlar doğurmuştur. Çünkü mimari, toplumun ve bir dönemin yansımasıdır. Mimari, sürdürülebilirlik, teknoloji ve insan ihtiyaçlarına göre şekillenmeli ve geleceğin toplum yapısına değer katmalıdır.
Coppola‘nın Megalopolis‘inde ise Yeni Roma Şehri değişmek zorundadır. Dahi bir mimar olan Cesar Catalina, ütopik, idealist bir gelecek hayali kurmaktadır. Ve şu soruyu sormaktadır: “Yaşadığımız toplum, bizim erişebildiğimiz tek toplum mu?” Karşısında ise bitmek bilmeyen hırsı, çıkarları ve partisine düşkünlüğüyle bilinen Belediye Başkanı Franklyn Cicero vardır. Belediye Başkanı’nın kızı Julia Cicero ise ikisinin arasında kalmıştır. Cesar’a olan sevgisi ile inançlarına olan sadakati arasında seçim yapmak zorunda kalması, insanlığın nasıl bir gelecek hak ettiği konusunda bir seçim yapmasını gerektirir.
Bir İmparatorluk Ne Zaman Ölür?
Filmin adı olan Megalopolis, Büyük Kent anlamına gelmektedir. Antik Yunan’da, özellikle Helenistik dönem boyunca şehirlerin politik ve sosyal olarak büyümesi anlamında kullanılmış bir terimdir. Roma İmparatorluğu’nun şehirleşme modeli de özellikle Akdeniz dünyasında, sonradan ortaya çıkan Megalopolis kavramının temellerini atmıştır. Bu da Coppola‘nın filmin felsefesine inerken kullandığı tercihleri ve hikayenin özünü oluşturmaktadır.
Megalopolis ise “zamansız” bir gelecekte, teknolojinin ileride olduğu bir dönemde Roma’nın izlerini taşıyan bir şehirde geçmektedir. Bu şehir bir nevi İmparatorluk gibidir ve zenginler en iyi şekilde yaşarken, toplumun alt tabakası ise oldukça kötü şartlardadır. Bu kötü şartların iyileşmesi ise Cesar için yeni bir şehir planlaması ile başlamalıdır. Bu yeni şehir, sadece yozlaşan imparatorluğu değiştirmeyecek, aynı zamanda toplumun her tabakasına yarar sağlayacaktır. “Bir imparatorluk ne zaman ölür?” sorusudur önemli olan. İmparatorluklar bir anda mı çöker? Hayır. Bir zaman gelir ki, halkı artık ona inanmaz ve her şey böyle başlar. Toplumun dibe battığı bir dönemde ise yenilik gereklidir.
İşte böylelikle Coppola‘nın Megalopolis‘i, antik Roma ile günümüz dünyası arasında sembolik bir bağ kurarak bu zamansız geleceğe adımlarını atıyor. Bu bağ, hem Roma İmparatorluğu’nun ihtişamı hem de çöküşüne dair imgeler üzerinden şekilleniyor. Roma, tarihsel olarak bir medeniyet merkezi, zenginlik, güç ve kültürel yükselişin sembolü olarak görülürken, aynı zamanda yozlaşma, iç çatışmalar ve çöküşle de anılıyor. Coppola ise tüm bu tarihi, kendi Megalopolis‘ine katıyor. Antik Roma’nın siyasi ve sosyal yapısı, idealist felsefeleri, entrikaları, şehirleşme, güç mücadeleleri, medeniyetin yükseliş/çöküş döngüsü gibi birçok tema, senaryo içerisinde önemli etmenler haline geliyor.
Şimdinin, Sonsuzu Mahvetmesine İzin Verilmemeli
Megalopolis, mimari ve toplum üzerinden felsefesini hikayenin temeline koyarken, diğer yandan Cesar’ın da psikolojik açıdan geçtiği süreçlerine iniyor. Cesar, idealist ve vizyoner olduğu kadar, ruhsal olarak zayıftır. Coppola, onun gelişimini belli bir zemine bağlarken, Hitchcock-vari bir gizemi de içine katıyor. Cesar yeni bir şehir inşa ederken, Julia ise onun kalbini tamir ediyor. Entrikalar ve suçlamalar ile uğraşırken, Julia ile Cesar’ın başka yönlerini de keşfediyoruz. İkili arasındaki ilişki, Daphne Du Maurier‘in Rebecca kitabını da hatırlatıyor. Coppala ise bunu ara sıra Hitchcock‘ın Rebecca uyarlamasındaki bir atmosfere yaklaştırıyor. Megalopolis‘in duygusal açıdan çekiciliği ise bu anlarda sağlanıyor.
Ütopik bir rüya, modernitenin varoluşsal korkusuyla çarpışır ve ortaya yeniliğin gerekliliği doğar. Bu da direkt olarak Cesar’ın korkularını ve iç dünyasındaki sorunlarıyla baş edebilmesini sağlıyor, onun arzularını alevlendiriyor. Rakipleri için distopatik, kendisi için ütopik olan bu gelecek hayali, Megalopolis‘in şimdisine karşıtlık oluşturuyor ve kişinin yararına değil, toplumun ihtiyaçlarına sunuluyor. Böylelikle Cesar’ın inancı ile şimdi olanların, sonsuzu mahvetmemesi gerekiyor.
Coppola, Cesar’ı izleyiciye tıpkı Roma İmparatoru Julius Caesar gibi sunuyor. Güçlü, karizmatik bir lider olduğu kadar, ahlaki ikilemleri olan, karmaşık iç dünyasına sahip bir kişilik olarak portre ediliyor. Kitleleri etkileme ve yönlendirme becerisi, toplumu daha ileriye taşıyacak fikirler ve projeler üreten zihni, Cesar’a “yenilikçi” bir güç katıyor. Fakat Cesar’ı idealizm ve realizm arasında kalırken de görüyoruz. Liderlik etmek istediği toplumun ihtiyaçlarına mı yoksa kendi egosuna mı öncelik verdiği konusunda sıkışıp kaldığına da şahit oluyoruz. Böylelikle, toplumsal reformcu olarak da tanımlanabilecek olan Cesar’ı, kompleks ve ilgi çekici yapan özelikleri de buralardan alıyoruz.
Zaman… Dur!
Cesar’ın karakter yapısıyla ilgili en büyük örneği ise “Time, stop!” ifadesinden alıyoruz. Aslında metaforik olarak bakılırsa, içinden birçok çıkarım yapılabilen bu ifade, film içerisinde oldukça özel bir yere sahip. Zaman durduğunda, her şey mükemmel ve kusursuzdur. Bu da Cesar’ın toplum için yaratmak istediği vizyonu gösterir. T.S Eliot, “Zamanın ölçüsüyle ölçülmeyecek bir an vardır; o an her şeyin durduğu andır.” der. Eliot, zamanın akışına karşı duran, sonsuzluğu ifade eden bir anın varlığından bahseder. Bu anda, tüm zamanın dışına çıkılmış gibi hissedilir. Cesar ise o zamanın dışına çıkmayı hedefler. Bunu da durdurarak yapar ve ütopyasının zirvesine ulaşır.
Zamanı durdurmak, aynı zamanda sonsuzluğu arzulamanın da bir yansımasıdır. Bunu ölümden kaçmak veya insanların ölümlü doğasının ötesine geçmek için de belirtebiliriz ama Cesar’ın zaman anlayışı ölümle ilgili değil. Kendi ölümsüzlüğünden çok ideallerinin sonsuzluğu ile ilgili. Cesar, yaratacağı şehrin kalıcılığını garanti altına almak istiyor. Ayrıca bunun içinde Tanrısal bir içgüdü olduğunu da söylemek mümkündür. İnsan, sanatsal bir ifade olarak birçok dalda “yaratıcı” görevi görür. Cesar, tıpkı mitolojik tanrılar gibi, bir şeyleri yaratırken aynı zamanda onları koruma gücüne sahip olmayı ister. Bu nedenle “zamanı durdurmak”, yarattığı dünyanın hiçbir zaman bozulmaması ve kendi kontrolü altında kalması arzusunu da ifade edebilmektedir.
Zamanın durması ifadesi dışında Cesar’ın hayal gücünde birçok anlama gelebilecek unsur da görürüz. Bunun içinde en dikkat çekici olan ise Cesar’ın arabada giderken, devasa heykellerin yıkılışını kafasının içinde kurmasıdır. Mitolojik heykeller, genellikle geçmiş medeniyetlerin gücünü, inançlarını ve ideallerini temsil eder. Bu heykellerin yıkılması ise eski düzenin veya ideallerin çöktüğüne dair bir içsel farkındalığını simgeleyebilmektedir. Cesar’ın kendisini çevreleyen mitler, yalanlar ve idealize edilmiş fikirlerin yıkıldığını fark etmesi ile birlikte, yaratıcılığını üstlendiği ütopik geleceğin gerekliliğine sıkı sıkıya bağlanmaya başlamaktadır.
Yüzlerce Fikir ve Zevkli Temalar, Kontrolsüz Senaryonun Kurbanı Oluyor
Peki bunca felsefi anlayışın ve birbirinden zevkli temaların buluştuğu filmde problem ne? Üstüne bahsedilmesi, etraflıca konuşulması keyifli olan bir filmin “hayal kırıklığı” olmasını sağlayan etmen nedir? Basit ve kısa: kontrolsüzlük. Bir filmde herkese hitap etmek zordur. Coppola‘nın da herkese hitap etmeye çalışmadığı açık. Ama bu film izleyicinin saygınlığına mı sunuluyor, yoksa Coppola‘nın ego tatmini şovundan mı ibaret kalıyor? Maalesef cevap “ego tatmini” olması.
Coppola‘nın kendisi için özel olan bu filmi izlerken ne denli bir deliliğin içine düştüğünüzü anlamak çok zaman almıyor. Entelektüel, felsefi, trajik, sürreal, psychedelic ve hatta psikolojik bir film var karşımızda. Fakat Coppola, bunca içerik barındıran hikayesini kontrol altına alamıyor. Aşırıya kaçmayı geçtim, film tam rayına oturmuş şekilde gidiyor derken yine birden kopmaya başlıyorsunuz. 15 dakika merakla izlerken, sonraki 10 dakikadan anlam çıkaramıyorsunuz. Evet film bu haliyle bile “iyi” olarak bahsedilebilecek birçok an bırakıyor arkasında ama bundan ibaret kalması da üzücü. Çünkü daha fazlasını verebilecek bir potansiyel yok oluyor.
Senaryo bazında dengesizlikler zaten açık ama bir de üstüne görsel efektlerin de problemli olması maalesef sinematografik açıdan zarar veriyor. Fazlasıyla efektin kullanıldığı bir filmde, o sahnelerin yüzde doksanında sıkıntı olması seyir zevkini de baltalıyor. Coppola‘nın kendi dağınıklığı ve kontrolsüzlüğü dışında, ekibi üzerinde de sorun yaşadığı açıkça belli oluyor. Fakat sonuç ne olursa olsun, Coppola‘nın dünya çapında yeniden gündeme gelmesi mutlu edici. Bir veya iki film daha yapar mı bilinmez ama Megalapolis‘i, Coppola‘nın son mirası olarak görebiliriz. 40 yıl önce yazdığı bir senaryonun peşini bırakmayan, 80’li yaşlarında filmi çekmek için tüm parayı cebinden ödeyen bu delinin benzerlerine rastlamak artık zor. Ama gönülden inanıyorum ki, imkansız değil. Sanatın yüzyıllar boyunca bu delilere ihtiyacı vardı; günümüzde de gelecekte de her zaman ihtiyacı olacak. Sinema tarihinden bir Francis Ford Coppola geçti.
Ferit Doğan‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar